Salgın İletişimi


Dosya Röportaj

Kovid-19 pandemi sürecinin sağlık iletişimi, kriz yayıncılığı, olağanüstü dönemlerde habercilik, dijital iletişim, sosyal mesafe ve felsefî boyutlarını Prof. Dr. Serdar Öztürk, Prof. Dr. Sezai Türk, Prof. Dr.Nilüfer Pembecioğlu ve Prof. Dr. Himmet Hülür ile konuştuk.

TRT Akademi: Koronavirüs salgınında Türkiye’de ve dünyada medyanın ürettiği haberler ve kullandığı haber dili üzerine konuşabiliriz. Sağlık iletişimi ve kriz yayıncılığı açısından bu süreci nasıl değerlendirebiliriz?

Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Medya bize yardımcı bir araç gereç anlamında çok değerli, çok önemli. Örneğin, durum yaratma, örneğin, anlam yaratma, duygu yaratma ve içerik yaratma anlamında bizim belki de yaşam boyu deneyimleyemeyeceğimiz olayları, olguları bize getirip sunabiliyor. Bunu yaparken de belli anlatım biçimleri kullanıyor, biz bunu da önemsiyoruz, yani anlatımın aktarımını. Söze nasıl döküldüğünü, nasıl da anında sıcak sıcak haberin bize ulaştırıldığını, içine nasıl bir yaratıcılık, bilgi ya da mizah katıldığını önemsiyoruz. Ne söylüyor diye merak ettiğimiz kadar, farklı kanallarda bunun nasıl daha farklı biçimlerde söylenmekte olduğunu da söylerken nasıl göründüğünü de önemsiyoruz. Bu gibi konular önem kazanabiliyor. Yani haberi bize aktarırken arşiv görüntüsü mü kullanılmış, arkada bir video mu dönüyor, yoksa olay yerinden canlı bir aktarım mı söz konusu. Konuyu sıradan sözcüklerle mi anlatıyor yoksa özenle seçilmiş sözcüklerle mi betimliyor? Nasıl bir ses tonu sunuyor, sakin mi yoksa aceleci mi? Güven mi veriyor yoksa tedirgin mi ediyor? Gerçekten de panik olunması gereken bir durumda, sükûnetini ve sağlıklı düşünme becerilerini koruyarak bu durumu sakin bir biçimde sunmayı başarabilen insanlar, alanında yetişmiş olan deneyimli uzman gazeteci ya da haberci unvanlarını hak ederler.

İnsanların çoğu normal zamanlarında da medyayı yaşamında ön planda tutuyor. Özellikle de dijitalleşme ile birlikte öne çıkan bir de sosyal medya var. Gazeteler, dergiler, haber ajansları bize her dakika günlük haberleri postalıyorlardı fakat olağanüstü durumlarda yayıncılık denildiği zaman özellikle de koronavirüsle ilgili haberler gündeme geldiğinden beri medya tavan yaptı diyebiliriz. Bu dönemde yayıncılık oldukça zor.

Medyadan ne bekliyoruz? Yayıncılardan özverili, eşitlikçi, adaletli, şeffaf ve daha özenli bir yayıncılık beklemekteyiz. Çünkü bu zamanlar, çoluk çocuk, zengin fakir, genç yaşlı ayırımı gözetmeksizin herkesin medyaya odaklandığı zamanlar ve herkesin medyadan bir beklentisi var. İşte bu yüzden, ancak konunun uzmanı tarafından sunulan görüşler ya da yaşayanların ifadeleri çok büyük anlam taşıyabilmektedir.

Olağanüstü durumlarda ilk önemsenen şey bilgidir. Yani öncelikli olarak bilginin aktarılması gereklidir. Bu da haberciliğin bilen kişiler tarafından gerçekleştirilmesini gerekli kılar. Örneğin savaş haberleri söz konusu ise özel yetiştirilmiş savaş muhabirlerinin habercilik yapmaları beklenmektedir. Bir ekonomik kriz söz konusu olduğunda bu alanla ilgili uzman kişilerin olağanüstü durum hakkındaki görüşleri alınır. Örneğin, kriz otomotiv sektörü ile ilgili ise otomotiv hakkında bilgi ve deneyimi olan haberci ve gazetecilerin bu haberleri yapması doğru olacaktır. Yani hem bilgiyi sunmak hem de bunu bilen birinin eşliğinde sunmak daha etkin bir yaklaşımdır. Günümüzde herkesin haberci, fotoğrafçı, kameraman ya da yönetmen olduğu bir noktada bu detayların önemi çok büyüktür çünkü bunlar bilgi kirliliğinin oluşmasına, gündemin bulanmasına izin vermez.

Bilginin aktarımı kadar kontrolü de son derece önemlidir. Kitlelerin, halkın desteklenmesi açısından bu kontrolün de yayıncı kuruluşlarda olması önemlidir. Bu durumda, her ne kadar yerel, bölgesel, ulusal ya da uluslararası olurlarsa olsunlar, yayın kuruluşlarının olağanüstü yayıncılık ile ilgili önceden belirlenmiş ilkelerinin olması gereklidir. Bu gibi durumlarla başa çıkabilecek çeşitli stratejiler geliştirmiş olmaları, muhabirlerini buna göre yetiştirmiş olmaları beklenir. Bunun dışında, olağanüstü durumlarda üst kurumların da yayınlara müdahale edebileceğini göz önünde bulundurmak gerekli. Haber yasağı gelebilir ya da haberin o anda sunulması çok istenmeyen olumsuz etkiler yaratabilir. Bu nedenle özenli ve stoklu çalışılması, ayrıca bir kriz yönetimi uygulanması gereklidir.

Örneğin, terör saldırılarında ya da bir büyük deprem gerçekleştiğinde, dünyaya yalnızca birkaç karenin dışında bir fotoğraf servisi yapılmaması, haberin yalnızca birinci elden ve resmi merciler tarafından açıklanması gibi yaptırımlar da söz konusu olabilir.

Bilginin kendisi kadar  topluma sunulma biçimi de son derece önemlidir. Bilginin kitlesel ya da toplumsal bir travma yaratacak şekilde sunulmaması gereklidir. Bu noktada yayıncıların sorumluluk sahibi ve bilinçli bir biçimde davranmalarını, takipçileri adına biraz daha korumacı düşünmeleri gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Örnek vermek gerekirse insanları paniğe sürükleyecek, infial oluşturabilecek haberlerin yayınlanmaması ya da kademeli olarak yayınlanması daha doğru olabilir.

Bilginin olması mutlaka yayınlanması ve geniş kitlelerle paylaşılması gerektiği anlamına da gelmemeli.  Örneğin insanların duyguları ile oynayan, bu duyguların ya da bireylerin istismar edilmelerine sebep olabilecek türde haberlerin yayınlanmaması gerekiyor (aşı bulundu, tedavi yöntemi geliştirildi gibi). Bu gibi haberlerin insanların gündemine bu kadar hızlı servis edilmemesi de gerekiyor. Alan uzmanları denilince günümüzde yerli ya da yabancı her bir sağlık uzmanının açıklaması ayrı bir gündem maddesi haline getirilebiliyor. Bu nedenle, çok gerekmedikçe canlı yayın yapılmamalı veya insanları özellikle de acılı insanları ve yakınlarını rahatsız edecek fotoğraf, haber ve röportajlara yer verilmemelidir. Bu noktada bireysel haklardan ve mahremiyetten söz edilebileceği gibi, genel anlamda insan haklarından ve çocuk haklarından da söz edilmesi gereklidir. Pek çok evde çocukların haberlere maruz bırakıldığını vurgulamak ve bunun önüne geçilmesine çalışmak gereklidir.

Konu çeşitliliği de ayrı bir değerlendirme konusu olarak ele alınmalıdır. Örneğin, medyada yer verilen röportajlar ya da odaklanılan kişiler de geneli yansıtan, olayın doğası ile uyumlu olgular olmalıdır. Yani konular birbirine karıştırılmadan yalın bir biçimde verilmelidir.

Çünkü biliyoruz ki sıcak olaylar, canlı yayın hassasiyetini de kat kat arttırıyor, bazen hiç istenmeyen görüntülerin de milyonların önüne çıkmasına sebep olabiliyor. Bu yüzden, görsel anlamda, görüntü alınırken güvenlik güçlerinin ya da bilinçli haberciliğin çizdiği sınırların aşılmaması büyük önem taşımaktadır. Benzer şekilde, görüntülerin doğasına uygun olmayan söz ve bilgi aktarımlarından da kaçınılması gereklidir.

Olağanüstü yayıncılığın en önemli noktalarından biri, “Son Dakika Haberleri” dir. Çünkü insanlar sürekli olarak bilgi alma ihtiyacı içindedirler ve bir detayı atlayabilecekleri endişesi ile önemli önemsiz, neredeyse tüm kanallardaki tüm haberleri tüketmektedirler.

Bu bağlamda aslında hepimiz deneyimledik, cep telefonunun bu kadar yaygın olmadığı bir zaman diliminde gerçekleşmişti 1999 depremi. Televizyon kanallarına ulaşılamadığında, radyoya yöneldi insanlar. Tanıdıklarının isimlerini taramak için ertesi günkü gazeteleri beklediler.

Büyük bir pandemiyi yaşadığımız şu günlerde, medya erişimimiz çok daha etkin ve düzenli. Tüm gerçekliği ve azameti ile yalnızca geleneksel ve ana akım medyamız yok. Ulusal ve uluslararası tüm haberleri anında alabilecek kadar güçlü bir küresel medyadan ve çok çeşitlenmiş bir sosyal medyadan da söz edilmesi gerekiyor.  Bir yanda kendimizi ve içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini daha net görebilmeye çalışıyoruz. Ama diğer bir yanda, başka illerde olan yakınlarımızın hatta yurt dışında olan Türk vatandaşlarının da başına ne geldiğini merak ediyoruz.

Pandemi de ulusal ve uluslararası niteliği nedeniyle gündemimizi neredeyse tümüyle bilgi akışına ve haberlere kilitledi. Tüm kanallarda hemen her şey son dakika haberi olarak veriliyor. Bunun da gerekçesi olarak sürekli yeni bilgilerin ve yaşanan yeni gelişmelerin ışığında önlem alınması gerekliliği. Ancak bu tür gelişmelerin verilme sıklığı, izlenme yoğunluğu ve hızı da düşünülmeli. Bu tür yayınların izleyicilerde korku, yılgınlık ve paniğe sebep olabilecek türden olmaması gerekiyor. Ayrıca bu tür bilgilerin sansasyonel olarak algılanmaması için, “SON DAKİKA” türündeki alt yazılarından kaçınılmalıdır.  En kısa zamanda normal yayına dönülmesi gerektiğinin de altını çizmek gerekir.

Ancak artık normal yayının kalıp kalmadığı da ayrıca tartışılmalı. Tüm gazeteler ve haber kanalları her dakika sizinle yeni bir bilgi paylaşımında bulunuyor. Hatta televizyondaki yayından da değil, cep telefonunuza geliyor bildirimler. Ancak, bir izleyici ne kadar bilgiyi bir lokmada hazmedebilir, sindirebilir, algılayıp bunun gereklerini yerine getirebilir? Bu nokta hiç göz önünde bulundurulmuyor. En son yapılan araştırmalarda medyanın bize saniyede 2.6 sözcük olacak şekilde bir bilgi bombardımanı uyguladığını anımsayacak olursak normal şartlar altındaki bir bireyin bu kadar bilgiyi anımsayabilmesi, özümseyebilmesi, kendine katabilmesi neredeyse olanaksız görünüyor. Ancak, insanlar, ‘bilgilendiklerini’ düşünerek kendilerini medyaya maruz bırakmaktan geri kalmıyorlar.

Aslında etkin bir geribildirim alabilmek ve haberlerin herkese ulaşmasını sağlayabilmek için bazen bir haberin ya da aynı türde haberlerin birkaç kez yinelenmesi gereklidir. Ancak, günümüz insanı o kadar sabırsız ve telaşlı ki aynı haberi iki kez dinlemeye ya da aynı görüntüleri tekrar izlemeye tahammülü yok.

Oysa haberlerin ya da bazı önemli bilgilerin tekrar edilmesi de son derece önemli: Örneğin ellerin nasıl yıkanacağını bilmenin önemini vurgulayan spotlar, hastalığın bulaşma yollarını bilmenin ve gerekli önlemleri almanın önemini vurgulayan uzman görüşleri. Sokağa çıkma konusundaki yasakların, yaşla ilgili ve seyahatle ilgili sınırların ve risklerin sürekli vurgulanması gerekli.

Medyada, insanların görmek istemedikleri görüntüler var. Özellikle yurt dışı basını tarafından servis edilen ölüm fotoğrafları, filmleri, tabut fotoğrafları var. Bunlar da yine insanları ve yakınlarını rahatsız edecek şekilde sergilenmemeli. Ancak bu tür bilgilendirmelerin yerine henüz ellerinde kesin ve net bilgileri olmayan insanları daha da kaygılandırabilecek bir biçimde örneğin sıraya dizilmiş tabutların ya da boş süpermarket raflarının fotoğraflarının, bir paket makarnanın fiyatının beş katına çıktığına ilişkin haberlerin yayınlanması insanların içinde bulundukları panik durumunu daha da arttırmakta. Bu tür bir yayıncılık anlayışının, olağanüstü durumlarda değil, normal durumlarda da yayıncılık etiği ile bağdaşmadığı düşünülmeli.

Olayın kendine özgü yapısından ve sunulma biçiminden içeriğine geçecek olduğumuzda da eski deyimle haber atlatma tekniklerinin olağanüstü durumlarda yayıncılık konusunda uygulanmaması salık verilmekte. Örneğin, bir olayda hayatını kaybedenlerin kimlikleri ya da durumları yetkililer tarafından açıklanmadan ya da ailelerine bildirilmeden önce, haberciler tarafından habere aktarılmamalı, kimlikleri açıklanmamalı, spekülasyona dönüştürülmemeli ya da yetkililerin bildiriminden önce acılı aile bulunup demeçleri, fotoğrafları ekranlara taşınmamalı.

Olağanüstü durumlar, bireyler için olduğundan daha fazla toplum için korumacı bir anlayışı beraberinde getirir. Haberlerin toplumun ve ülkenin sağlığını ve yaşamını etkileyecek bir haber niteliği taşıyıp taşımadığı, magazinsel olup olmadığı, yanlış yorumlara sebep olup olmayacağı gibi konuların tartışılması bile söz konusu değildir. Yani, burada hem bireysel mahremiyete önem verilmesi gerekiyor hem de izleyici kitlenin hassasiyetini düşünerek onları paniğe sokacak bir habercilik anlayışının sergilenmemesi gerekiyor. Güvenli yayıncılık dediğimiz noktaya kilitlenmemiz gerekiyor.

Olağanüstü durumlarda, haberin kaynağına da önem verilmesi gerekiyor. Bu da toplumların medya tüketim alışkanlıkları ile bağlantılı bir öncelik getiriyor beraberinde. Hangi toplum ne tür bir medya kullanımı alışkanlığına sahip! Bu alışkanlıklar neyi gerektiriyor, neyi ortadan kaldırıyor, bunun göz önünde bulundurulması gerekli.

Burada, hangi tür medyaya daha fazla bir güven ve bir yönelim söz konusu olduğu hakkında toplumlar arasında belki ufak tefek farklılıklar kaldı.  Gazeteye mi, radyoya mı, televizyona mı yoksa birilerinden duydukları, yakınları ile paylaştıkları sosyal medyaya mı daha çok güveniyor insanlar. Sosyal medya da çok etkin bir rol üstlendi ancak, genel inanç, bu pandemi döneminde geleneksel medyanın güven tazelediği yolunda.

Bu gibi durumlarda hem habercilik hem de topluma liderlik edebilmek için genelde bir kriz yönetim merkezine ihtiyaç duyulur. Bu dönemler, her tür kutuplaşmanın dışında kalınan, olaylara ve durumlara, nesnel ve toplumsal gözlüklerle bakılması gereken durumlardır. Bu tarafsızlığın da genelde ülke çapında saygın bir kuruluş tarafından gerçekleştirilmesi beklenir. Ülkemizde bu olağanüstü dönemde herkesi ilgilendiren genel açıklamaların Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı gibi resmî kurumların açıklamaları ile gerçekleştirildiğini görmek son derece önemlidir.

Bu gibi olağanüstü durumlarda, “ben” dili yerine ortak bir “biz” dili kullanılması ve tarafsız habercilik ilkelerinin benimsenmesi, nesnel olunması son derece önemlidir. Pek çok ülke yöneticisinin, olayları daha farklı anlatmaya çalışan bilim insanları ile ya da yerel yöneticilerle ya da ülke yöneticileri ile ters düştüklerini ya da bir bilim insanının dile getirdiği bir bilginin bir başka bilim insanı tarafından küçümsendiği, alay konusu edildiği görüldü. Böyle durumlar, toplumsal güvenin zedelenip kaygı ve endişelere zemin hazırlandığı olumsuzluklardır. Bu gibi durumlarda haber kaynağının ya da haberi sunanın temsil niteliği de son derece önemlidir. Örneğin bir sağlık çalışanının yapacağı herhangi bir açıklama çok fazla basının ve ilgili kurumların toplumsal bilgilendirme işlevini yüklenmektedir. Biz, bu dönemde sağlık çalışanlarının önemli bir görev yaptıklarını ve bunun gereklerini titizlikle yerine getirdiklerini gözlemledik. Ayrıca burada Türkiye adına oldukça iyi bir yol izlendiğini, örneğin yalnızca güncel bilgilendirmeler ve sayılar üzerinden gidilerek bireylerin, ailelerin ve hatta kentlerin mahremiyetlerinin zedelenmediğini görmek oldukça önemliydi.

Olay yerinden yayın yapılmasının elbette gerektiğini, ancak, bunun konunun uzmanı muhabirler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini de vurgulamak gerekli. Bilgi ve yeni durumların aktarılması sırasında felaket görüntülerinden ya da ürkütücü, izleyenleri paniğe sürükleyecek, toplumsal ve psikolojik gerginliğe yol açacak görüntülerden kaçınılması gerekiyordu. Bu kurala öncelikle yabancı yayınların ve haber merkezlerinin uymadıkları görülmekte. Dünya basınına bakıldığında, servis edilen fotoğraflar ve altlarına iliştirilen birkaç satırlık yazılar haber ajanslarının ortak bilgi belge havuzundan alınarak hemen tüm dünyada haber aralarına serpiştirilmektedir. Oysa şu anda dünyanın öbür ucunda olan herhangi bir olumsuzluk da tüm insanları sanki yanındaymış gibi etkileyebilmekte.

Pandemi, hemen her ülkede farklı bir seyir izlemekte olduğundan medyanın sürekli bu tür görüntülerle dolması ve tüm haberlerin uluslararası ortamda dolaşması da kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu da aslında insanlarda bir tür hiper gerçeklik duygusu oluşturmakta. İnsanlar bilgisayar oyunları, haberler, sosyal medya gibi soyut dünya ile o kadar çok iç içeler ki gerçeklik duygusunu kaybetmiş gibiler. Gerçeklik duygusunu kaybetmiş gibiler, bu yüzden bir şeyleri daha gerçekmiş gibi hissetmeleri gerekiyor. Dolayısıyla siz ne kadar yayın yaparsanız yapın, onların gerçekten inanabilmeleri biraz zaman alabiliyor. Örneğin 11 Eylül olaylarında insanların çoğu bunun bir şaka ya da oyun olduğunu düşünmüş ve inanmamıştı. Burada da insanlar ilk başta bunun bir şaka veya oyun olduğunu düşünüp inanmamış olabilirler ya da, “Çok fazla önemli değil, gripten bile daha fazla insan ölüyor.” demiş olabilirler ama gerçekten yüzyılların birikimi olan bir şeyi yaşıyoruz belki de. Bu yüzden haberciliğin son derece önemli olduğu, yayıncılığın son derece önemli olduğu bir noktadayız.

Tam da bu noktada bir medya, pandemi ile ilgili ne kadar çok katılımcının öyküsünü ve yaşanmışlık hikâyelerini sunarsa o kadar etkin ve bir o kadar da aydınlatıcı olacaktır diye düşünüyorum. İnsanların (hastaların, doktorların, hemşirelerin, hasta yakınlarının) başlarına gelenlerin ele alındığı medya yayınları her ne kadar zor zamanları ve zor kararları dile getiriyor olsa da oldukça iyiydi diye düşünüyorum.  Çünkü insanlarda bir etiketleme ihtiyacı oluyor ister istemez. İçinde yaşanılan bir korona vakası var ancak bu son derece soyut bir noktada duruyor. İnsanlar ise elle tutulup gözle görülebilecek detaylara ihtiyaç duyuyorlar. Yani “Korona” etiketini yapıştırabilecekleri bir şeyleri ya da tanıdık birilerini arıyorlar. Servis edilen fotoğraflar ya da insanların bundan kurtulma hikâyeleri güzel bir şekilde insanların yaralarına merhem oluyor, görünmeyen değil, görünen ve mücadele edilebilecek bir düşmanla savaştıklarını anlatıyor. Olayı biraz daha somutlaştırma ihtiyacı duyuyorlar. Birer ikişer bu tür konular da gündeme geldiğinde insanlar bunun bir senaryo, bir oyun olmadığını anlayıp tehlikeyi daha farklı bir biçimde kavrayıp buna göre konumlandırabildiler.

Yayıncılar, yayın konusunda güçlüklerle de karşılaştılar. Örneğin, pek çok yayın kuruluşu, normal yayınlarının dışında yayıncılık yapmak zorunda kaldı. Stüdyo programlarının yerini canlı ve çevrim içi toplantı yolu ile gerçekleştirilen yayınlar aldı, bunlar sıcak ve taze haberler olarak hem geleneksel medyada hem de dijital ve sosyal medyada yer buldu.

Aslında bu anlamda bu panik ortamından medyanın kazandığını vurgulamakta yarar var. Medya sürekli satıyor, haber sunarken de satıyor, haberlerden bunalanların kaçışı da yine bir anlamda medyaya kaçmak oluyor. Film izlemek, dizi izlemek, online bir müze ziyaret etmek, canlı bir konsere katılmak gibi etkinliklerle yerel, bölgesel, ulusal, uluslararası anlamda hep birlikte medyayı tüketmekteyiz. Bu yüzden, Medya Okuryazarlığına ve her çeşit okuryazarlık eğitimine verilen önem bir kez daha vurgulanmalı.

Ulusal ve uluslararası yayınlarda, haberlerde hemen her ülkede insanların aynı şekilde acı çektiği, aynı şekilde mağdur olduğu vurgulanmakta. İnsanlar ise genelde kime ne diyeceklerini bilemediklerinden bir sessizlik sarmalı içinde gibiler. Ancak bu sessizlikle birlikte insanın kendini ve karşısındakini yeniden keşfetmesi de söz konusu. Bu yüzden, insanlık adına daha yoğun özdeşim gerçekleşmekte olduğunu, bu sessizliğin bir kardeşlik, şeffaflık ve eşitlik anlayışı doğuracağını düşünebiliriz. Uzun zaman kısıtlanmaların sonucunda önemli ölçüde yaratıcılığın da ortaya çıkacağını vurgulamak gerekli. Önümüzdeki dönemlerde ev ile ilgili, çalışma şartları ile ilgili, yaşam alanları ile ilgili yeni tasarımların gerçekleşeceği, insanların kendilerine, yaşamlarına, evlerine, yaşam biçimlerine ve yaşam alanlarına bakışlarının farklılaşacağı öngörülebilir.

Olağanüstü hallerin gerek bunalım psikolojisinden doğan gerekse eleştirel bir bakış açısını benimseyen enerjisi ile mizahın ve diğer tüm yaratıcılıkların önünü açtığını da söylemek gerekli. Bunun, özellikle günümüzde olduğu gibi yayıncılığa daha da yaklaşan bir sosyal medya bağlamında olduğunu düşündüğümüzde, bireyselleştirilmiş bir yayıncılık türünden de söz edilmesi gerekiyor. İnternet ve sosyal medya kullanımı açısından Türkiye’nin en aktif ülkeler arasında yer aldığını da unutmamak gerekli. Türkiye’de nüfusun dörtte üçü aktif internet ve sosyal medya kullanıcısı.

Burada da dikkati çeken konu, haber niteliği taşısın taşımasın, kime ne ilettiğimiz. Çünkü en yakınlarımızdan aldığımız bilgiler en çok güvendiğimiz bilgilerdir diye düşünmekteyiz. Bu bilgilerin de çoğu şu şekilde başlıyor: “Bir yakınım diyor ki…” ya da “Bir arkadaşımın akrabası diyor ki…” Bu anlatılar bir uçtan bir uca, şifrelenmiş mesajlar aracılığı ile öyle bir yayılabiliyor ki bunları birbirlerine ileten bireyler aslında nasıl bir medya kirliliği yarattıklarının bile bilincinde olmadan bunları dolaştırabiliyorlar. Tüm bu olumsuzluklara izin vermemek adına, olağanüstü durumlarda da medya okuryazarlığının son derece önemli olduğunu vurgulamakta yarar var.

Özetle; felaket görüntüleri, ürkütücü aktarımlar, izleyenleri paniğe sürükleyecek görüntülerden ve yanlış anlaşılabilecek her şeyden kaçınılması gerekli. Bu kurala yabancı haber merkezleri pek uymuyor gördüğüm kadarıyla. İtalya’dan, İspanya’dan, Fransa’dan gelen haberlere baktığınızda onların kendi vatandaşlarını bile panik hale getirecekleri şeyler söylediklerini gözlemliyoruz. Bu yüzden ülkemizdeki medyayı değerlendirdiğimizde Türkiye’nin bu süreci gayet iyi yönettiğini de görebiliyoruz.

 

TRT Akademi: Koronavirüs sayıları ülkemizde ve tüm dünyada her akşam açıklanıyor. Bunu ailece izleyenler de var ve çocuklar da bu sayıları duyuyorlar. Bunun çocuklara yönelik bir etkisi olacaktır. Çocukları bu süreç nasıl etkiler?

Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Öncelikle söylemek isterim ki biz her zaman bir “Medya Diyeti” öneriyoruz. Yetişkinler ve çocuklar için. Ama özellikle çocukların ekrandan uzak tutulmalarını öneriyoruz. Ancak, ekranlardan kaçmak artık çok daha zor. Hayatımızın çoğu artık dijital! Böyle bir durumda, ekran kullanımının kontrolden çıkması çok kolay, özellikle de çocuklar açısından.

Çocuklar henüz yetişkin gibi düşünemediklerinden çevrelerini algılama biçimleri de daha çocuksu ve naif düzlemde gerçekleşiyor, neden-sonuç ilişkilerini de çok net kuramıyorlar. Çevrelerinde kötü bir şeyler olduğunu seziyorlar ama bunun adını koymaları ve kendi yaşamlarına konumlandırmaları biraz zaman alabilir. Bu süreçte ailelerin çocuklara destek olmaları gerekir.

Çocukları medyadan uzak tutalım diyoruz, ekranları ancak belli bir denetimle izlemeleri gerektiğini savunuyoruz ama özellikle bu tip felaket haberlerinin sürekli gündemde olduğu zaman diliminde çocukların medyadan uzak tutulması hem çok zor hem de son derece önemli.

Öncelikle elimizde somut olarak neler var, bunlardan söz edilmesi gerekli. Örneğin, bizlere hastalığın çocuklara pek dokunmadığı, daha çok yaşlıları etkilediği söylenmişti. Çocuklar adına hemen sevindik, ancak bu dönemde pek çok çocuğun belki de en sevdiklerini kaybedebileceği ve bundan hayatı boyunca etkilenebileceği gerçeğini unuttuk. Ama çocuklar unutmaz hatta bunu daha derin duyumsar. Çocuk, doğası gereği küçük olabilir ancak içinde bulunduğu durumu ve hemen tüm detayları birden kavrayabilme, sezebilme gücü olan bir varlık olduğu için annesi, babası, büyükanne ve büyükbabası ile ilişkisini kaybedebilme, arkadaşlarını, öğretmenini bir daha görememe tehdidi altında olduğunu kavramak çocuğu üzer. Sevdikleri olmadan nasıl bir yaşam sürebileceğini ise kurgulayamayacaktır. Bu da çocukta derin bir kaygı ve endişe oluşturur.

Çocuk anlık yaşamıyor, bu anda biriktirdiği her şeyi tekrar yaşamında kullanacak. Biz normal zamanda bile çocuk okula giderken, ailesinden ayrılırken belki de gözlerinin yaşardığını görebiliyoruz. Çocuk bilmiyor, annesinden tamamen mi kopacak ya da akşama yeniden mi görecek, tamamen sezgileriyle hareket ediyor ve gerçekliği kavramada zorluk çekiyor. Ortada bir ölüm kavramı dolaşıyor, çocuk daha ölümün ne olduğunu konumlandıramamış, yaşamında kimseyi kaybetmemiş ama kaybetmenin ne demek olduğunu da bilmiyor. Biz bunu kolaylaştırmak için melek oldu, uçtu diyoruz. Burada şöyle bir nokta da var: Çocuk başkalarının öldüğünü görüp elbette üzülecek, ama üzülmesi, empati yapması, kendisini dünyanın öbür ucundaki insanların yerine koyabilmesi de çok güzel. Ancak gerçekçi ve dozunda olmalı. Çocuğun üzülmesi, başkaları adına hiç üzülmeyen bir çocuk olmasından daha iyi. Ama biz yine de çocukların haberlerle karşılaşmamasına ve haberlerin çocukları üzmemesine gayret etmeliyiz.

Çocuğa gerçekçi ve somut bilgilerle yaklaşılması gerekiyor. Risk her zaman var ve çocuğun bu riskten haberdar edilmesi gerekiyor. Aşırı bir korumacılıkla onu durumdan, olaylardan soyutlamak da iyi bir yöntem değil. Çünkü çocuğun sorunları görmesi ve bunlarla yüzleşmesi gerekiyor. Kaçarak, sorunlarla baş etme stratejilerini geliştirme şansımızı da yitirmiş oluruz.  Bu dönemde, çocuğa sağlık, hijyen gibi becerilerin kazandırılması gerekiyor çünkü her zaman ellerini yıkaması gerekecek. Çocuklar neden ellerini yıkamaları gerektiğini doğru bir biçimde öğrenebilirlerse bu davranış, yaşamları boyunca onlara eşlik eder ama takıntılı ya da kaygı dolu bir biçimde değil, bilinçli bir biçimde.

Anne babalar uygun olmayan yayınları çocuklarından uzak tutmalılar ama yayınlar da bombardıman halinde sanki üstümüze yağıyor. Bu yüzden, çocukların korkutucu bir biçimde ya da panik halinde değil de gerçekçi bir biçimde ve bilinçli olarak aile tarafından da bilgilendirilmeleri gerekli. Yani, dışarı çıkmanın neden yasak olduğunu, elleri neden dezenfekte etmek gerektiği, sokakta oynamanın ne zararlar getirebileceği çocuklara açıklıkla anlatılmalı ve elbette çocukların hassas varlıklar oldukları da unutulmamalı.  Herkes belki farkında olmayabilir ama bundan sonra çocuklar verem aşısı olur gibi belki de hayatları boyunca pandemi aşısı olmak zorunda olacaklar. O yüzden gerçekliği de kavramalarına yardımcı olmalıyız.

Medyanın gündemi belli. Ancak, en azından anne baba olarak çocuğumuzun ve evimizin gündemini kendimiz belirleyebiliriz. Çocukları yaşlarına uygun olmayan görüntülerden uzak tutabiliriz. Buna sesler de dahil edilebilir. Yani gördüğünüz şey, somut bir şeydir, asıl korkulan ise görünmeyendir. Şimdi herkesin evde olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu da beraberinde, “Acaba dışarıda ne oluyor?” sorusunu getiriyor. Dışarıda bizi “ham yapmak” için bekleyen canavarlar olacağını düşünüp kafamızda bir kötü dünya sendromu yaratıyoruz ve içe kapanıyoruz. Bu da son derece tehlikeli. Çocuklara bu durumun geçici bir süreç olduğu ve bir süre sonra her şeyin normale döneceği mutlaka anlatılmalı.

Yine dışarı çıkamadığımız için insanlar medyadan tüm gerçekleri öğrenebileceklerini düşünüyorlar. Ancak biliyorsunuz, medya yalnızca gerçekleri göstermiyor, manipülasyon üretilen, yalan haber yayılan bir ortamda olduğumuzun da farkında olmamız gerekli. Bu durumda anne babanın çocuğun yanında olarak olup biteni onunla da onun dilinde paylaşması gerekli. Medya yayınlarının hatta haberlerin bile hepsinin gerçek olmayabileceğini anlatmalıyız.

Ancak bence en önemli şey, tam da yaşamlarında en çok hareketliliğe ihtiyaç duydukları dönemde çocukların fiziksel olarak dışarı çıkmalarının engellenmesi, yaratıcılıklarının engellenmesi anlamına geliyor. Yani, bu durumda anne babaya düşen şey, çocuğun yaratıcılığını destekleyecek ortamın evin içinde yaratılması. Medya karşısında olmanın getirebileceği edilgenlikten sıyrılarak ona her gün yeni bilgi ve beceri kazandırabilecek etkinlikler sunulması. Her bir çocuğun gelişim dönemine, duygusal ve fiziksel özelliklerine uygun tasarlanmış bu etkinlikleri anne babaları ile birlikte gerçekleştirmelerinden daha iyi ne olabilir? Anne babaları ile  yemek yapmak, birlikte kitap okumak, oyun oynamak aslında tüm çocukların özlemini çektiği şeyler diye düşünüyorum. Bu ortamda kardeşlik ilişkileri de son derece önemli, büyük kardeşler daha küçük olanlar için tıpkı anne babaları gibi rol model durumunda. Ortak dinlenebilecek müzikler, muziplikler, şakalar, çocuğun yaşamın devam ettiğine ve olumsuzlukların biteceğine ilişkin inancını pekiştirmeli.

Annenin, babanın çocuğun medya ile karşılaşmasından önce alıp onu karşısına konuşması ve içini rahatlatması, ona eşlik etmesi gerekiyor. Biz karşılaştığımız iletilerin hızı, yoğunluğu ve derinliğinden etkileniyoruz, bu devam ederse gelecekte çocuklar kaygı ve endişe sorunları olan insanlara dönüşebilirler.

TRT Akademi: Medya tarafına düşen nedir?

Prof.Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Medya şu anda çocukları göz ardı etmiş gibi görünüyor. İzlediğim haberleri ve içerikleri şu anda çocuklara uygun görmüyorum. Çocuk, baktığında orada boyundan büyük sayılar görecek, her gün ölen insanların istatistiklerini görecek. Gözle göremediği soyut bir düşmanın insanların canını aldığını görecek ve buna bir anlam veremeyecek. Çocukların henüz hazır olmadıkları düşünce ve kavramlarla karşılaşmalarının önüne geçilebilir ya da açıklamalar yapılabilir. Kaygı ve endişe içindeki bir çocuğun görmek isteyebileceği en son şey daha kaygılı ve endişeli anne babalar. Öncelikle yetişkinlerin sakin ve dingin olabilmesi gerekiyor. Çocuk, örneğin ortada bir sağlık problemi olduğunu bilirse ve bu durumun tarihte daha önce de birkaç kez tekrarlandığını bilirse içi rahat edecek. Belli bir tarihte her şeyin normale döneceğini bilirse korkularından, kaygılarından arınacak. Özetle söylemek gerekirse çocuk için izlediği her şey, yaşamın modelidir ve çocuk kendini buna uyumlandırmaya çalışır. Ama yanlış şeyler izlerse, yanlış bir modelleme yapar. Örneğin çocuk sürekli kaygı ve endişe dolu iletilerin devindiği bir evde sağlıklı düşünemez, sağlıklı gelişemez. Bu yüzden yetişkinlerin de medya kullanımlarına dikkat etmeleri gerekiyor.

Anaokulu çocuklarının bazen yetişkinleri eğittiklerine de şahit oluyoruz. Yani çocuk, örneğin diş fırçalamayı öğrenirse evde ailenin diğer üyelerinin de diş fırçalamaları gerektiğini ifade edebiliyor. Bu durumda, medya okuryazarlığı eğitim almış  çocuklar medyayı bu kadar çok takip etmemeleri gerektiği konusunda yetişkinleri uyarabilir ya da medyanın manipülatif yönleriyle ilgili onları bilgilendirebilir. Elbette işi çocuklara bırakmamak lazım, özellikle bu dönemlerde medyanın çocukları da gözeten bir yayıncılık anlayışı gözetmesini beklemeliyiz. Elbette ailenin de çocuğun elini tutması, gözünün içine bakması, onu anlaması ve çocuğunu medya ile tek başına bırakmaması da son derece önemli.

Burada medyaya düşen en önemli görevlerden biri, çocuklar için de onların ilgisini çekecek yayınlar yapılması, etkinlikler, yarışmalar, bireysel ya da ailesel katılımlarla o kadar zengin bir içerik üretilebilir ki! Medyanın bu noktada farklı bir içerikle çocuğun dikkatini dağıtması, bilgilendirmesi ve bir süreliğine de olsa, çocuğun okuldan da uzak olduğu bu dönemde okulun, arkadaşın, öğretmenin yerine geçebilmesi gerekiyor.

TRT Akademi: Ülkemizdeki medya kuruluşlarını kriz dönemlerinde yayıncılık konusunda nasıl buluyorsunuz?

Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Büyük bir eksiklik görmüyorum, mesela Kenya’da bir karar alındı, koronavirüs ile ilgili asılsız haber yapanlara verilecek ceza önceden açıklandı. Gereksiz yayınlara karşı dünyanın birçok noktasında yaptırımlar uygulanıyor ve bu, umut verici. Ülkemizde süreç gayet iyi yönetiliyor, haberler net ve anlaşılabilir iletiliyor. Burada yerel, ulusal ve uluslararası medya var. Bu süreçte kim kazandı derseniz bana kalırsa medya kazandı. İnsanlar medyadan ve onun yarattığı olumsuz gündemden kaçıyorlar ama nereye kaçıyorlar? Yine medyaya kaçıyorlar, dizilere kaçıyorlar, müziklere kaçıyorlar. Medya, bu savaşın galibi ama iyi taraftaki medyanın galip gelmesini istiyoruz.

TRT Akademi: Türkiye ve dünyada vaka sayılarının çok ya da az olmasında medyanın rolünü nasıl görüyorsunuz? Vaka sayısı çok olan ülkelerde medyanın başarısız olduğunu veya tam tersini söyleyebilir miyiz?

Prof.Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Medyanın başarısını ölçmek için bir ölçüt getirmemiz lazım. Medya çok satarsa mı başarılı olacak ya da insanların koronavirüse yakalanmasını azaltırsa mı başarılı olacak? Biz medyayı insanları bilgilendirme aracı olarak görmeliyiz. Medya her toplumda farklı etkiler bıraktı. Her kültür farklı bir medyanın güvenilirliğini gözetiyor olabilir. Örneğin,  Almanlar gazetede okumadıkça inanmayacaklardır, İngilizler BBC’de görmedikçe inanmayacaklardır, Fransızlar radyoda duymadıkça inanmayacaklardır gibi farklı mecralara atfedilen yüksek bir kredi var. Kırsal kesimdeki insanlar medyadan daha az etkileniyor. Bir de sosyal medya var elbette. Yani gazeteye mi, radyoya mı, televizyona mı yoksa birilerinden duydukları, yakınları ile paylaştıkları sosyal medyaya mı daha çok güveniyor insanlar?

Burada da dikkati çeken konu, haber niteliği taşısın taşımasın, kime ne ilettiğimiz. Çünkü en yakınlarımızdan aldığımız bilgiler en çok güvendiğimiz bilgilerdir diye düşünmekteyiz. Bu bilgilerin de çoğu şu şekilde başlıyor: “Bir yakınım diyor ki… ya da bir arkadaşımın akrabası diyor ki…” Bu anlatılar bir uçtan bir uca, öyle bir yayılabiliyor ki bunları birbirlerine ileten bireyler aslında nasıl bir medya kirliliği yarattıklarının bile bilincinde olmadan bunları dolaştırabiliyorlar. Tüm bu olumsuzluklara izin vermemek adına, olağanüstü durumlarda da medya okuryazarlığının son derece önemli olduğunu vurgulamakta yarar var.

Ben ülkemizdeki medyanın gerek bilgilendirmeleri gerek uyarıları ile insanlara pandemi konusunda bir bilinç kazandırdığını ve hem bireysel hem de kurumsal ve sosyal anlamda önlem alınmasına destek olduklarını düşünüyorum. Sokağa çıkma yasağı olmadan, yaşlı vatandaşlar evde kalsın denmeden market raflarının boşalması, belli tüketim ürünlerinin evde kalmak için alınması bunun bir göstergesi. İnsanlar medyayı takip ettiler ve kendilerine göre önlemlerini aldılar. Bu önlemler alınması gereken en iyi önlemler olmamış olabilir. Evde artık herkesin ayrı bir havlusu olmasından tutun da her bireyin kendine ait bir odası olması gerektiğine dair hijyen şartlarıyla ve olanaklarla da bağlantılı bir şey. Medya herkese aynı yayını yapıyor ama, insanlar bu yayınlardan kendi paylarına ne alıyorlar? Bu konu, her zaman tartışılacak bir konudur.

TRT Akademi: Dijital medya, içinde bulunduğumuz olağanüstü dönemin başat faktörü. Sizin düşünceleriniz neler?

Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk: Dijital medya konusuna başlarken 20. yüzyılla birlikte bizim “Alarm Edebiyatı” dediğimiz bir konu gündeme gelmeye başladı. Birçok yazar, gelecekle ilgili öngörülerini ortaya koyarken geleceğe yönelik bir korku iklimi yaratacak argümanları önümüze koydu. Bu yüzyıla girerken birçok konuda tartışmalar yapılıyor. Endüstri 4.0 gibi yeni kavramlar tartışılırken bir yandan da “İnsanlık 2.0” diye bir kavram konuldu önümüze, bunun anlamı neydi?  İnsanlar yaşamından farklı olarak istatistiki verilere dönüştü. Bireysel bedenlerimiz bilgi teknolojilerinin de etkisi ile biyolojik varlıklardan istatistiki varlıklara dönüştü. Dijital vatandaşlıktan bahsedilmeye başlandı, artık hayatımızın her köşesi yeni teknolojiler ile, yeni medya ile bir anlam kazanmaya başladı. Medyada da büyük değişiklikler meydana gelmeye başladı.

Yeni medyanın getirdiği ciddi anlamda demokratikleşme, etkileşim gibi faydaları var ve bu sınırsız özgürlük sunuyor. Bu algı, her şeyin söylenebileceğini, doğru veya yanlışın bir kontrol mekanizması ile durdurulamayacağını insanlara gösterdi. Hukuki boşluklar, kaynağın tespit edilmesinin zorluğu, bireysel yayıncılık, zaman ve mekân sınırının olmaması, etkileşim imkânı ve geleneksel medyadan farklı olarak bireysel muhataplık iletişim kavramına yeni şekil vermeye başladı. Bununla beraber biz yeni algı yönetimleri, propaganda teknikleri ve dezenformasyona açık bir alanla karşılaşmış bulunuyoruz.

Biz medya ile ilgili geleneksel ya da dijitalde iki kavram üzerine çok dururuz. Birinci kavram “ölüm ve korku” ikincisi ise “doğum ve cinsellik” olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki kavramı reklamcılık, haber, dizi, sinema her alanda görebiliriz, bu iki kavram sihirlidir. Bunlarla ilgili mesajlar verildiğinde insanlar bu konulara odaklanırlar ve ortada bir kontrol mekanizması yoksa çok büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız demektir.

Biz gözetim kültürü ile birlikte özellikle son zamanlarda sıklıkla kullandığımız “panoptikon” kavramı var. Bu kavram insanların, kendilerini sürekli olarak gözetlendikleri için özgürlüklerini kısıtlamasıdır. Çin’de bunun belirtilerini gördük, Amerika ve İtalya’da gördük. Gelecek ile ilgili dijital iletişimde şunu diyebiliriz, ileride özgürlükten ziyade denetim altında olacağız gibi görünüyor. Daha fazla denetim, daha fazla gözetim ve özgürlük kısıtlaması göreceğiz. Bunun iyi yönleri var, kötü yönleri var ama biz genel anlamda baktığımızda demokrasinin sekteye uğramaması, insanların özgür olmasını istiyoruz.

Ülkemizde son yapılan araştırmalarda insanların %70’i koronavirüsten dolayı korktuklarını belirtiyor. Bunların içinde orta düzey öğrencilerin endişeleri daha az. Aslında bu endişenin kaynağı medya. Türkiye hem sağlık hem de kriz yönetimi açısından bu dönemde başarılı çalışmalar yapıyor. Biz maalesef özellikle dijital medyaya dayalı korku iklimine bağlı sıkıntılar yaşamaktayız. Burada geleneksel medyanın da çok ciddi manada hataları var. Bu hatalar, özellikle gerçek anlamda uzmanları çıkarıyoruz diye insanların kafalarını karıştırdı. Kimisi virüsü önemsemeyin, kimisi çorba için geçer dedi ve güven ortamını sıkıntıya soktu. Geleneksel medyanın bu durumu, insanları sosyal medyaya itti ve kontrolsüz bilgi aktarımları insanları korkuya sevk etti diyebiliriz.

TRT Akademi: Yeni medya mecraları belki de kontrol edilemez oldukları için bu kadar büyüdü. Bugün ise koronavirüs sürecinde bütün yeni medya mecraları mecburen önlemler aldı. Arama motorlarına veya sosyal medyaya koronavirüs yazdığınızda ilk başta konu ile ilgili reklamlar çıkıyordu ve internetin bu kadar yoğun kullanımı bu mecralar için maddi bir kapı açmıştı. Sonrasında hepsi koronavirüsle ilgili bilgilendirme çalışmaları yaptı ve bu konudaki reklamları durdurdu. Yeni medya mecralarının çalışmalarını samimi buluyor musunuz?

Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk: Yeni medya küresel bir alan ve ülkeler bu alana sınır koymakta güçlük çekiyorlar. Bilişim hukuku açısından ülkemiz ve tüm dünya denetim yapmak için faaliyetlerde bulunsa da mecralar yeterli çalışmayı yapmadı. Biz yeni medya okuryazarlığı konusuna hazır değildik, bu açıdan tüm dünya sınıfta kaldı. Bu olsaydı insanlar konuya hâkim olurlardı ve sıkıntı çekmeden doğru bilgiye ulaşabilirlerdi. Yeni medya bütün dünyada bilgileri sürekli olarak sorumluluk anlayışı olmadan, insanların ve çocukların durumunu dikkate almadan en hızlı şekilde bilgiyi yaymaya çalıştı, önceliği sadece hız oldu. Bununla birlikte o kadar kötü ve korkunç içerikler ürettiler ki bunlar tamamen izlenmek içindi. Sarmısak yerseniz korona olmazsınız dediler. Uzmanlığa dayalı olmayan tamamen yanlış ve çarpıtılmış bilgilerle karşı karşıya kaldık, hâlâ denetim altına alınmış durumda değiliz.

Sosyal medya üzerinden ölüm oranları paylaşılıyor, çeşitli ülkelerden morg görüntüleri herkesin ulaşabileceği durumda. Bu durumda ülkemiz diğer ülkelerden farklı bir durumda. Dedikoduyu engellemenin bir yolu vardır. O da açık ve şeffaf şekilde bilgileri zamanında aktarma. Bu şeffaflık dijital medyanın yıkıcı etkisini engelledi diyebiliriz.

TRT Akademi: Koronavirüs haberlerinde hem yeni medyada hem de saygın yabancı yayın organlarında daha ülkemizde koronavirüs açıklanmadan devamlı ülkemizden fotoğraflar kullanıldı. Ünlü meydanlarımız, havayolu şirketlerimiz veya camilerimiz yıkıcı koronavirüs haberlerinde alakasız şekilde görsel olarak kullanıldı. Burada dijital bir operasyon mu yapıldı sizce?

Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk: Dijitalleşmenin bu kadar hızlı olduğu bir dünyada savaşları konvansiyonel göremeyiz. Savaşlar artık dijital mecrada gerçekleşiyor, küresel yeni bir döneme giriyoruz. Tek kutuplu Amerika’ya dayalı bir dünya sisteminden virüsü hızlı bir şekilde durduran Çin’i öne çıkararak yeni alternatif ortaya koyan bir dünya sistemine. Dijitalleşmede son yirmi yılda savaşlar konvansiyonelden buraya, oraya kaydı ve şu anda yabancı TV kanalları veya yeni medyada olumsuz algı yapılmasının altında Türkiye’nin imajını aşağıya çekmek yatmaktadır. Dünyaya yaptığımız yardımlar algımızı olumlu şekilde etkiliyor ve ülkemize olan sempatiyi arttırıyor. Bunun sonuçlarını yakın zamanda göreceğiz. O fotoğraflar ülke imajımızı olumsuz etkilemek isteyen mecralarca yapılıyor.

TRT Akademi: Yeni medya okuryazarlığı ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk: Bu konu artık bir ihtiyaç değil, zorunluluk ve sadece öğrencilere değil tüm halkımıza lazım. Bu süreçte vatandaş gazeteciliği yapıyoruz ama bunu gerekli makamlar nasıl yapmalı? Kamu spotları ve diğer iletişim çalışmalarıyla insanlara duyurmalı. Dijital vatandaşlık ve benzeri alanlarda bilinçlendirme yapma amaçlı ya da öğretme amaçlı, insanlara gerekirse sertifikasyon programları yapılmalı ve bu işlerin doğru yapılması sağlanmalı.

TRT Akademi: Yeni medyada yalnızlığı öven sözler paylaşılır, şiirler yazılır. İnsanlar eve kapandı ve insanlara övgüyle bahsettiğimiz yalnızlığa kavuştuk ama bu sefer de bundan sıkıldık. Bu konu ile ilgili ne diyorsunuz?

Prof. Dr. Himmet Hülür: Üretime ve başarıya endekslenmiş toplumumuzda sanata ve şiire marjinal bir yer düştüğünü söyleyebilirim. Bu açıdan örneğin Heidegger, modern Batı metafiziğinin ve modern teknolojinin açmazlarını eleştirirken varlığı ve dünyada bulunmayı anlamada şiirin de en az bilim kadar değerli olduğunu dile getirir. Şiir bize aslında şimdiye kadarki bilimin, analizleriyle, geliştirdiği bilgiyle sunmadığı belki başka bir kapı aralamaktadır. İçinde yaşadığımız bu olağan dışı gerçekliği şiir bize belki de herhangi bir bilimsel bilgiden ve analizden daha fazla anlaşılır kılmaktadır. Heidegger, teknolojinin hayatımızı kuşatması karşısında şiirin önemini Hörderlin’in, “Şairane barınır insan dünyada.” şeklindeki deyişi üzerinden yorumlar.  Teknoloji, yaşantıyı çerçevelediği ve bu şairaneliği sıkıntıya soktuğu için bir tehlike durumuna işaret etmektedir. Bilimsel analizler; yaşantımızı, dünyayı ve nesneleri rasyonel olarak ölçülebilir ve hesaplanabilir boyutlara indirgemektedir. En temelde sanat, özel olarak şiir, dünyada bulunmanın ölçülebilir ve hesaplanabilir boyutlara indirgenemez olduğunu görebileceğimiz alanlardır. Yaşam biçimimiz de bu ölçülebilme ve hesaplanabilme kriterlerine göre oluşmaktadır. İsmet Özel’in şirindeki “kovulduk ölümün geniş resimlerinden, efsanelerden kovulduk” sözü de “laboratuvarda çalışanlara sorarsanız ruhum sahte” sözü de yaşantımızın tekdüzeleşen ve tatsızlaşan bu yönünü dile getirmektedir. Şiiri, sadece şairlerin bir uzmanlık ürünü olarak görmek yerine, bir düşünme ve yaşam anlayışı olarak algıladığımızda daha geniş kapsamlı bir bakış açısından hareket etmiş oluruz. Bu açıdan, Weber’in bir kavramıyla ifade edersek bugünkü büyüsü bozulmuş dünyada, rasyonel ve hesapçı toplumda sanatsal ve şiirsel düşünme biçimi sadece boş zaman etkinliği olabilir. Ancak boş zaman zaten yaşantımızın asli bir parçası olmadığı anlamına gelir.

Burada esaslı bir soru, sanat ve şiirle bu ilgimizin koronavürüs salgınıyla ilişkisi nedir? Koronavirüs salgını, mevcut biçimiyle yaşantımızı hedef almıştır ve bu da ancak bugünkü gibi bir kapatılma, küresel bir kapatılma anında sanat ve şiirin gerçek değerini anlamaya zaman bulabileceğimiz bir yaşam biçimidir. Ancak, bu anormallik hâlinin ötesinde, normalleşme ya da ‘yeni normalleşme’ zamanında temel yaşam değerlerimizin ne olacağı sorusu daha önceliklidir. Bu faslı, şiirselliği ihmal etmeden bağlayacak olursak koronavirüs salgınının temel nedeni, küresel kapanma öncesi normallik biçiminin teknolojik gerçekliğinin şiiri bir kenara itmesidir diyebiliriz. Salgının sonuçlarının neler getireceğini yorumlayan birçoklarının söylediklerine baktığımızda yaşantının ‘yeni normallik’ biçiminin alelacele eski normallik üzerinden oluşturma çabasının ön plana çıktığını görüyoruz. Oysaki yaşadığımız küresel kapanma, yaşantımızı biçimlendiren temel değerlerimizi sorgulamamız ve gözden geçirmemiz gerektiğini her şeyden daha fazla göstermektedir.  Yaşantımızın sanat ve şiirle ilişkisi hususunda böyle bir düşünceyle koronavirüs salgını ve kapanmasının tarihsel ve toplumsal önemini ele almaya başlayabiliriz.

TRT Akademi: Salgının bu noktaya nasıl geldiği ve sosyolojik olarak salgınla ilgili temel sorunun ne olduğu konusunda bir değerlendirme yapar mısınız?

Prof. Dr. Himmet Hülür: Koranavirüsün küresel düzeyde nasıl etkili olduğunu anlamak için öncelikle içinde yaşadığımız küresel uygarlığın temel değerlerini göz önünde bulundurmamız gerekir. Sanayi toplumu ya da kapitalist toplum, el aracılığıyla doğayı talan etmiş, insanlığın binyıllardır inşa ettiği yaşam biçimlerinin temellerini sarsmıştır. Benmerkezciliğin sınır tanımaz yükselişi sadece insanlar arasındaki ilişkileri dönüştürmekle kalmamış, insanla doğa arasındaki karşılıklı ve simetrik ilişkileri de ortadan kaldırmıştır. Bu süreçte bilim ve teknoloji doğa ve insanın sürekli manipüle edilmesinin araçları olarak kullanılmıştır. İnsanı, özgürlüğü pahasına teknolojiye ve tüketime bağımlı yapmak için her türlü manipülasyon denenmiştir. Bu bağlamda koronavirüs, küresel tekno-bilimsel uygarlığımızı kendine özgü yolla ifşa eden bir kitle medyası aracı olarak rol oynamaktadır. Koronavirüs, duyularla algılanmadan, hedefine aniden ulaşarak, alışılagelmiş yaşam ve eylem biçimini şaşkına çevirerek, küresel-kitlesel bir seferberlik yaratarak uygarlığımız hakkında net bir mesaj vermektedir: Beni bulmak istiyorsan kendinde, ellerinle cisimleştirdiğin benmerkezli yaşam biçiminde ara, yüzyıllardır doğayı talan eden hoyrat elinle görüş, nefes alış, koklayış ve söyleyişini kirleten kendinsin! Koronavirüs salgını, insanla doğa arasındaki ilişkinin kirlenmesinin doğal sayılabilecek bir sonucudur. Bu anlamda koronoavirüs salgını, uygarlığımızın çok şiddetli bir eleştirisi olarak işlev görmektedir. Küresel salgın, görmek istemediğimiz benmerkezciliğin ağır yıkımını adeta büyük bir gösteriyle, benliği sosyo-fiziksel ilişki alanlarından uzaklaştırarak, sokakları, caddeleri, mekânları boşaltıp ıssızlaştırarak, benliği et ve kemik sınırları içine sıkıştırarak göstermektedir. Ezcümle, küresel salgının bize gösterdiği gerçek şudur: Mevcut gerçekliğimizle yüz yüze gelmekten sakındığımız için eve kapandık ve sokağa çıkmaz hale geldik.

Her şeyden önce bu küresel sağlık krizi koronavirüs salgını, bize kent merkezli küresel tüketimci yaşam ve kültür biçiminin bir krizini göstermektedir. Bu tür bir kriz her zaman muhtemeldi ve bu salgının önüne geçildikten sonra da muhtemel olmaya devam edecektir. Çünkü bu tür bir salgının küresel ölçekte yayılma imkânı tam da bugünkü küresel ölçekteki yaşam biçiminin kendisidir. Eskiden de salgınlar oldu ama bunlar hiçbir zaman mevcut salgın gibi tüm yerküreyi, tüm insanlığı etkisi altına alamadı. Çünkü yaşam tarzları arasındaki farklılıklar hâlâ varlığını sürdürüyordu.  İnsanlık tarihinde Nuh tufanı dışında bugüne kadar tüm insanlığı bu denli etkisi altına alan başka bir olağan dışı vakanın söz konusu edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu anlamda bu salgın, tüm yerküreyi ve tüm insanlığı etkilemesi açısından, daha önceki herhangi bir salgından ve her iki dünya savaşından çok daha fazla küresellik kazanmıştır. Yayılım ölçüsü açısından daha önceki salgınlar, savaşlar ve olaylar bu salgınla karşılaştırıldığında sınırlı kalmışlardır. Çünkü kent merkezli yaşam biçimi bugün dünyanın her yerinde eskisinden çok daha fazla egemendir. Virüs salgını mevcut yaşam biçimiyle insanlığı hazırlıksız yakalamıştır, ancak mevcut küresel yaşam gerçekliği bu salgına imkân sağlamıştır. Bu yaşam ve kültür biçimi aynı şekilde devam ettiği sürece benzer salgınlar insanlığı küresel düzeyde sarsmayı sürdürecektir.

Bu açıdan salgının bu denli etkili olmasının nasıl mümkün olduğuna, bu noktaya nasıl gelindiğiyle ilgili tarihsel bir değerlendirme yapma gereği duymaktayım. Aydınlanma, insanlık tarihinde temel bir dönüm noktasıdır. Aydınlanma devrimi, akıl ve özgürlük temelli yeni bir insanlığın başlangıcını müjdeliyordu. En temelde aydınlanma, biçimsel akıl ve bu akla dayalı bilginin insanlığı geleneklerin baskılarından kurtaran bir açılım olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Bu akıl ve özgürlük, bir taraftan geleneğin ve otoritenin egemenliğinden kurtuluşa, diğer taraftan insanın doğa üzerindeki hâkimiyetine işaret ediyordu. Öncelikle Kant ve Descartes’te öznenin kendisini keşfetmesi, hümanizmin yeni felsefi temelleri olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre, düşünen varlık olarak insan öznedir ve bu fikir üzerinde özgürlük anlayışı temellenmiştir. İnsanla doğa arasındaki ilişki bu anlayış çerçevesinde kendisini göstermiş, düşünen ve bilen öznenin tüm doğa üzerindeki egemenliğinin yolu açılmıştır. İnsanla doğa arasında, bilenle bilinen arasında ortaya çıkan bu karşıtlık ya da Kartezyen düalizm olarak kavranan bu ilişki, modern insanın doğa üzerindeki üstünlüğünün felsefi temelleri olarak kendisini göstermiştir.

Aydınlanma devriminin insanı otoritenin egemenliğinden kurtarma vaadi, özneyi kendinden menkul bir varlık olarak tasarlaması, yani sözünü ettiğimiz bu Kartezyen düalizm düşüncesi, yakın zamanlara kadar tüm dünyada hâkim düşünce olmayı sürdürse de belirli eleştirileri üzerine çekmiştir. Bu eleştiriler arasında J.J. Rousseau ve F.Nietzsche’ninkinin en önde olduğunu düşünmekteyim. Rousseau, özellikle insanın doğadan uzaklaşmasının kendisini büsbütün yabancılaşmış ve özgürlüğünden uzaklaşmış bir toplumla baş başa bıraktığının altını çizmiştir. Nietzsche ise aydınlanmanın otoriteye bir başkaldırı olduğu düşüncesini kapsamlı şekilde eleştirmiş ve geleneğin egemenliğinden kurtarma vaadinin hiç de iddia edildiği gibi olmadığını, bu vaadin tersine kendisinin otoriter bir ton taşıdığını işlemiştir. Aydınlanmanın sözünü ettiği özne ve özgürlük ideallerinin tümüyle bir kurguya dayandırıldığı ve yeni bir otorite biçiminin ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Aydınlanma düşüncesinin yanında 18. yüzyılda ortaya çıkan sanayi devrimiyle birlikte dünya kent merkezli yeni bir toplumun gelişim sürecine tanık oldu. Aslında aydınlanmayla birlikte düşünsel düzeyde ortaya konulan fikirlerin sanayi devrimiyle birlikte toplumsal yaşamda cisimleşmeye başladığını söyleyebiliriz. Sanayi devriminin toplumda yarattığı değişimleri Karl Marx; sömürü, metalaşma, yabancılaşma ve fetişizm kavramlarıyla ortaya koydu. Kent merkezlerinde ortaya çıkan kitlesel üretim ve insani sefaletin altını çizdi. İnsanın adeta bir metaya ve makineye indirgenmesi sürecini eleştirel analizlerle ele aldı. Sanayinin imkânlarıyla ortaya çıkan bu kapitalist toplum bireysel çıkarın egemen olduğu bir toplumdu. Marx’a göre, eski sınıflı toplumlardan farklı olarak bu sefer egemen sınıf, teknolojik imkânlardan yararlanarak diğer sınıflar üzerinde ezici üstünlüğünü sürdürmekteydi.

Yine bugünkü toplumsal yaşamın temellerini, yani modern toplumun ortaya çıkışını anlamamıza katkıda bulunan önemli bir sosyolog Max Weber’dir.  Weber’in modern toplum tasvirinde dünyevileşme ya da büyü bozumu, biçimsel rasyonelleşme ve bürokratikleşme en önemli yere sahiptir. Bu yeni toplum, Max Weber açısından biçimsel ya da araçsal rasyonelleşme temelinde örgütlenen bir toplumdu. Bunun anlamı, biçimsel aklın sınır tanımaksızın üretim, başarı ve kazanca koşulmasıdır. Kapitalizmi karakterize eden rasyonel sermaye biriktirme, önceleri dini olarak güdülense de kapitalizm zamanla değer tanımaz bir karakter kazanmıştır. Bu açıdan rasyonel sermaye birikiminin getirdiği büyüsü bozulmuş, ruhsuz dünya, bürokrasinin ve değer tanımazlığın dünyasıdır. Başlangıçta ekonomik ve politik kurumlar üzerinde etkili olan bu rasyonelleşme süreci, zamanla toplumsal yaşamı ve insan ilişkilerini de kuşatmaya başladı.  Doğa ve insan ilişkileri rasyonel amaçlar dışında bir anlam ifade etmemeye başladı. Böylece yaşamak için üretmeyi amaçlayan insan, sonuçta değerlerini kaybederek üretimin bir aracı haline geldi. Bu gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri, dünya genelinde tek bir yaşam tarzının hâkim kılınmasıydı. Buna, Herbert Marcuse’un ifadesiyle ‘tek boyutlu toplumun küreselleşmesi’ diyebiliriz. Tek boyutlu toplumun yalancıktan, sanrısal bir özgürlük vaadiyle kendisini yeniden ürettiğini, fakat en temelde kitlesel düzeyde tek boyutlu bir gerçeklik yaratan bir toplum olduğunu söyleyebiliriz. Toplumlar sanayi devrimini gerçekleştirdikçe aynı zamanda toplumsal yaşam ve kültür, endüstriyel bir nitelik kazandı ve yerküre üzerinde yaşam tarzları ve kültür kalıpları da bu şekilde dönüşerek küresel bir toplum ortaya çıktı.

TRT Akademi: Son dönemlerdeki teknolojik gelişmeler bu süreçleri nasıl etkiledi?

Prof. Dr. Himmet Hülür: Günümüzde endüstri devriminin yol açtığı toplumsal gerçeklik büyük ölçüde varlığını sürdürmesine karşın 20. yüzyılın son yıllarından itibaren ortaya çıkan iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte gelen devrim, bütün bu süreçlere başka bir boyut ekledi. Kendisinden önceki yaşam tarzlarını tekrar altüst etti. Altüst edilmiş olan yaşam tarzları bir kez daha altüst oldu diyebiliriz. Bu gelişmeler; iletişim devrimi, elektronik devrimi, enformasyon devrimi, post endüstriyel devrim olarak kavranmaktadır, fakat bu sürecin kendisinden önce olan yaşam tarzlarını bu kez tüm dünyada, yerkürenin her yerinde kısa zamanda altüst eden bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu devrim aynı zamanda küresel düzeyde yeni bir kültür ve iletişim akışının önünü açtı. Koronavirüs salgını her şeyden önce bu küresel akışa meydan okumakta, onu tehdit etmektedir. Koronavirüs salgını bu küresel akışın, altüst oluşun adeta bir karşı hareketidir. Yani netleştirerek söylersek koronavirüs salgınının, enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki devrimsel gelişmelerin daha da ileri düzeyde küreselleştirdiği dünyamıza aslında karşı akışla, karşı hareketle eşlik ettiğini, madalyonun öteki yüzü olduğunu söyleyebiliriz. Şu ana kadar insanlığın bu şekilde enformasyon devrimiyle, mikro-elektronik devrimle birlikte yeniden ve eşzamanlı olarak daha fazla küreselleşmesinin salgının çok daha etkili bir şekilde küresel olarak gerçekleşmesine yol açtığını söyleyebiliriz. Salgın teknolojik küreselleşmeye eşdeğer bir karşı küreselleşme hareketini gerçekleştirdi. Sınırları kaldıran ve yerküre üzerinde yayılan yaşam biçimine, onu daraltarak ve eve kapatarak karşılık verdi. Endüstriyel üretim biçiminin geçici bir mekân, bekleme veya lobi haline getirdiği ev, bir korunma alanı, koronavirüsle savaşın bir siperi haline geldi. Son dönemde enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler evin endüstriyel niteliğini kısmen değiştirmiş, bunun sonucunda eve kapanma imkânını arttırmıştır. Ancak bu kapanma bir anormallik durumu olduğu için ev, mesafeli sosyal ilişkilerin ve sanal gerçekliğin kurulduğu anormal bir mekân olarak yeni bir anlam daha kazanmış, normal ve anormalin yeni etkileşimleri açısından sıra dışı bir deneyim alanı olarak ortaya çıkmıştır.

TRT Akademi: Alışılagelmiş yaşam biçimi dikkate alındığında virüs salgını bireysel ve toplumsal yaşantıyı nasıl değiştirecek?

Prof. Dr. Hülür: İnsanın doğayı hunharca sömürmesiyle küresel düzeyde yabancılaşmış bir risk toplumu ile karşı karşıyayız. Bu anlamda koronavirüs salgını, şimdiye kadar göremediğimiz ölçüde bir risk durumunu meydana getirmiştir. Sahip olduğumuz yaşam tarzı nedeniyle bu salgının yarattığı sorunların önüne geçilmesinin çok zor olduğunu söyleyebiliriz. Hem bu yaşam tarzımızı korumamız hem de bu tür salgınlara karşı bağışık olmamız mümkün görünmüyor. Bu yaşam tarzı sabit kalarak yeni bir normalleşme gerçekleştirilse bile bunun her zaman çok kırılgan bir tarafı olacaktır. Koronavirüs salgını, yaşantımızı bu tür risklere karşı yeniden düşünmek ve biçimlendirmek için kuşkusuz eşsiz bir tecrübe olacaktır. Fakat salgın öncesindeki konvansiyonel yaşam kalıpları üzerinden yeni normalleşmeler düşünülmesi bu tür risklere her zaman açık olmak demektir. Bu yeni normalleşme anlayışlarının şimdiden mesafe kavramına odaklandığı görülmektedir. Ancak bu mesafe fikrinin yerleşik ekonomik sermaye ve tüketim kalıplarıyla olduğu kadar yerleşik sosyo-politik ve kültürel sermayeyle ne kadar uyumlu olacağı önemli bir sorundur.

Koronavirüs salgınının tam da küresel kent toplumunu ve tüketimci kapitalist kültürü hedef aldığını görmekteyiz. Bu salgın; belirli algoritmalara, formüllere, kurallara ve beklentilere dayalı yaşam biçimimizi altüst etmiş durumda. Kent toplumundaki yaşam biçimimiz teknolojinin hâkimiyetine ve buna bağlı olarak belirli öngörülerle şekillenmektedir, fakat virüs mevcut teknolojik imkânların ötesinde bir güce sahip. Bu olağan dışı koşulları elbette yine de tekno-bilimsel imkânlarla atlatmak mümkündür fakat bu salgından kurtulmanın kalıcı bir çözüm olmayacağı da açıktır. Çünkü mevcut haliyle teknolojik imkânların getirdiği çözümler başka bir salgın ve başka bir risk tarafından etkisizleştirilebilir. Bu nedenle tek boyutlu ilerleme ve doğayı öznel çıkarlar için topyekûn dönüştürmeyi ve talan etmeyi kapsayan teknolojiye ilişkin hâkim tutumun esaslı bir sorgulamaya tabi tutulması büyük önem taşımaktadır. Bugünkü salgınla ilişkili olarak virüsün biyolojik bir silah olmadığını varsayarsak virüse karşı yürütülen stratejik savaş karşısında virüsün de kendi doğal biyopolitik stratejisinin olduğu söylenebilir. Yani örneğin virüse aşı bulunduğunda, mutasyon geçirerek başka bir formda yine ortaya çıkabilecektir. Bunun yanında gerek bu pandemi sürecinde gerekse sonrasında sağlık yetkilileri ve medyanın ciddi bir işlevi ön plana çıkmaktadır. Bu görev özellikle kitlesel şok ve şaşkınlığın giderilmesi ve yeni normalleşme biçimlerinin kitlesel düzeyde benimsenmesine yöneliktir. Çünkü daha önce bu kadar küresel ve kütlesel bir salgınla karşılaşmadığı için insanların bu sürece nasıl tepki vereceğini kestirmek çok güçtür. Böyle bir durumda insanlar medyadan ya da sağlık yöneticilerinden gelecek haberleri merakla beklemektedir. Buna karşın salgının ne kadar süreceği ve bununla ilişkili ne sıklıkta önlemler alınacağı ve insanların bu önlemlere nasıl tepki verecekleri konusunda maalesef tecrübelerimiz bize yeterince ışık tutmuyor.

Koronavirüs salgını alışageldiğimiz küresel kapitalist hayat tarzını altüst etmektedir. Bu süreçte kamu yöneticileri doğal olarak bilim insanlarından yardım alarak süreci en az kayıpla atlatmaya çalışıyorlar. Fakat bu salgında Türkiye’ye özgü bir sorun olmadığı gibi çözüm de olmadığı söylenebilir. Bu anlamda bilimin de bu şoktan nasibini aldığına tanık oluyoruz. Çünkü çoğu zaman bilimi bir doğruluk arayışı olarak gördüğümüz halde bilim, bu idealden ya da benzer bir insanlığın ortak ideali için çalışmaktan çok kapitalizmin ve küresel tüketim toplumunun yararına çalışıyor. Bugün sağlık bilimi ve tıbbın kapitalist işletme mantığının kıskacına her zamankinden daha fazla alındığını görmekteyiz. Virüs salgını, savaş, deprem ve sel gibi felaketlerle gelen riskler ve şoklar bu sistematiğin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Her şeyin kaydedildiği ve tekno-bilimsel yollarla denetim altına alındığı günümüzde bilinemez, fark edilemez ve kontrol edilemez oluşuyla virüs salgınının bilimin şimdiye kadarki hedeflerinin insanlığın hedeflerinden veya ortak akıldan ne kadar saptığını gösteriyor.

TRT Akademi: Mevcut yaşam tarzı içinde kalıcı bir çözüm bulunarak bu tür risklerin önüne geçilemez mi?

Prof. Dr. Himmet Hülür: Virüs salgını, standartlaşmış tüketimci kapitalizmin olduğu kadar buna hizmet eden hâkim bilimsel bakış açısının bir süreliğine de olsa şaşkınlaşmasına yol açmıştır. Tüketimci kapitalizm; varlığını, bedeni ticarileştirerek sürdürüyor. Burada bankalar kredi imkânlarını açarak mevcut tüketimci hayat tarzını korumaya dönük bir refleks gösterdi. Günümüzde hâkim olan tüketimci kapitalizm, varlığını her şeyden çok bedenin ticarileştirilmesi vasıtasıyla sürdürmektedir. Küresel vatandaşların sağlığı ve özgürlüğü bu açıdan bir değere sahiptir. Özgür ve sağlıklı bireyler, istenen iyi müşteriler olarak görülmektedir. İşte burada kendisi de ölümcül ve sakatlayıcı olan koronavirüs salgını; bu egemen düşünce biçiminin sağlıksızlığını, sakatlığını ve kırılganlığını gösterdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu sorunların arkasında bugünkü bilim teknoloji anlayışı ve insanla doğa arasında insanın mutlak egemenliğini amaçlayan mevcut ilişki biçimi bulunmaktadır. Bu sorunların kalıcı olarak üstesinden gelmek için bilgimizin, yaşam biçimimizin ve bedenimizin temellerini oluşturan ilkelerin esaslı bir sorgulamadan geçirilmesi gerekir. Bu da bugünden yarına gerçekleştirilecek bir çözüm olarak görünmüyor. Mevcut yaşam biçimiyle bugün koronavirüse bir çözüm bulunsa bile bu kalıcı bir çözüm olamayacak. Benzer ve başka riskler hayatımızı tehdit etmeye devam edecek, asıl ve kalıcı sorun varlığını sürdürecektir. Küresel yaşam biçiminin yabancılaştırıcı yapısı, yarın başka konularda başka sorunların koronavirüs gibi ‘can alıcı’ hale gelebilmesine imkân verebilmektedir.

Bu olağan dışı zamanlarda postmodern toplumun geldiği noktayı ve açmazları hesaba katarsak insanlarda devamlı artan oranda baş gösteren sağlık endişesinin beraberinde kendi hayatları üzerindeki kontrolü ve özerk gücü yitirmelerini getirdiğini söyleyebiliriz. Sağlığın en temel ihtiyaç olduğu bir durumda ontolojik kaygılardan dolayı etik, hukuk ve kişisel özgürlükler gibi hayatın incelmiş sosyo-kültürel yanları anlamlarını yitirebilmektedir. Öte yandan böylesi durumlarda sanılanın aksine insanların ekonomik ihtiyaçlarının yanında sarsılmaz bir adalet duygusu içinde yaşadıklarını ve yanlarında birilerinin olduğunu hissetmelerinin de duygular sosyolojisi açısından önem arz ettiğini söylemek gerekir. Öyle ki İtalya’nın başlangıçta AB ülkelerinin kendilerine yardım etmedikleri duygusu içine girmeleri bu anlamda önemli bir detaydır. Öte yandan bu tip zamanlarda hukukun ve devletin kapsayıcı ve istikrarlı bir çizgide rolünü yerine getirmesi de toplumda doğabilecek istisnai ve keyfi güçlerin ortaya çıkmasını engelleyecektir. Söz gelimi Brezilya’da mafyanın kendi başına hareket ederek olağanüstü hâl ilanına karar verdiği bilinmektedir. Yine İtalya’nın belirli bölgelerinde mafyanın halka yönelik yardımlarda bulunduğu söylenmektedir. Her ne kadar bu tip girişimler toplumun sağduyusunda sempatik bir yer edinse de uzun vadede bu tip olayların olumsuz başka sonuçlara da yol açabileceği unutulmamalıdır.

Küresel kent toplumunun alıştığı kitle kültürünün yarattığı özgürlük duygusunun alınacak sert önlemlerle engellenmesi, sorunları ancak geçici olarak önleyebilir. Tekrarlarsak günümüzde sağlık daha çok satıcı-müşteri ilişkisi mantığıyla kavranmakta, sağlık sorunları bu şekilde cisimleşmektedir. Koronavirüs salgını bu mantığın terk edilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu anlamda, “Bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.” atasözünün ifade ettiği gibi, salgın sorununun, her şeyden çok egemen bilim ve sağlık kavrayışıyla ilgili olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Küresel kent toplumunun yaşadığı bu şok ve çaresizlik insanların alışık olduğu standartlaşmış yaşam biçiminin temellerini sarsan bir şoktur. İspanyol gribi salgınından sonra dünyanın böyle geniş çaplı bir salgınla karşı karşıya kalması, bilimsel çalışmaların ve teknolojik gelişmelerin hedeflerinin gözden geçirilmesini gerekli kılıyor.  Gelişen teknolojiye ve bilime rağmen ciddi bir salgın durumunda insanların alışık olduğu düzenin sarsılması; sağlık, güvenlik ve risk sorunlarının çözülmediğini, aksine her geçen gün daha da arttığını gösteriyor.

Özetle, bugün, “Dünya 5’ten büyüktür.” şeklindeki fikrin politik anlamda dünyadaki eşitsizlikleri ve haksızlıkları dile getirdiği gibi, yaşam biçiminin standartlaşması ve yabancılaşması açısından, insanlığın mevcut kent merkezli uygarlıktan daha büyük olduğunu en azından bir temenni olarak dile getirebiliriz. Bugünkü insanlığın kent merkezli, tüketimci ve benmerkezli uygarlığının, insanı tek boyutlu bir yaşam ve kültür biçimine sıkıştırmasını, tarih ve antropolojinin bize gösterdiği yaşam ve kültür çeşitliliği açısından dikkate aldığımızda aslında insanın bu tekdüzeliğe pek de müstehak olmadığını söyleyebiliriz.

TRT Akademi: Koronavirüs sürecinin felsefî boyutu ile ilgili görüşleriniz nelerdir?

Prof. Dr. Serdar Öztürk: Milyonlarca yıl önce dinozorlar yaşamaktaydı, dinozorlar kendilerini dünyanın efendisi sanıyorlardı. Bu ne zamana kadar sürdü? Dışarıdan bir kaos gelene kadar. Antik Yunan’da önce “kaos” vardı derler ve bunu boşluk veya yarık olarak tanımlarlar. Kaos sadece başlangıçta yoktur, her daim devam eder. Dinozorlar durumunda göktaşı gelir, onu kaos olarak düşünebilirsiniz. Nihayetinde göktaşı dünyaya çarpar. Dünya ile Güneş arasında oluşan bulutlar nedeniyle dinozorlar dünya sahnesinden kaybolur. Dinozorların öngöremedikleri şey, dışarıdan gelen kaostur. Yani her an başımıza bir şeyler gelebilir.

Kaos kavramı bizim için önemli, çünkü kaosun içine virüsü de koyabilirsiniz, başka bir problemi de koyabilirsiniz. Bir sorun dersiniz, bir arıza dersiniz bu başımıza gelir. Bizim başımıza geldiğinde temel korku saikimiz nedir? Ölüm. Ölüm, filozofların da çoğunun söylediği gibi insanın başına gelen en derin ve en gerçek hakikattir. Kaygı ise daha varoluşsal bir boyuta işaret eder, nesnesi yoktur. Ölüm hem korkuyu hem de kaygıyı içeren bir hakikattir. Nihayetinde böyle bir duygulanım içerisine giriyorsanız yani ölüm karşısındaki korku ve kaygı, işte buna yanıt vermeniz gerekiyor. Bu yanıtı biz üç cepheden veriyoruz, diyor filozof Gilles Deleuze. Birisi bilimdir ve kendi cephesinden kaosa denklemler ve fonksiyonlarla yanıt verir. Çünkü bildiği şey budur, sayılardır, denklemlerdir, fonksiyonlardır. Medyada takip ettiğimiz bilim insanları bu cephede neler olduğunu bize anlatıyor. Aşı bulma çalışmaları, ilaç bulma çalışmaları, iyileştirilen hastalar üzerine konuşmalar. Bu bilim insanları da gayet rasyonel ve standart şekilde bize bunları anlatıyorlar. Bir de felsefe vardır. Felsefe, kavramlarla çalışır, kavramsal kişilikler icat eder, bize daha farklı bir dünya sunar. Bilim insanlarının anlattığı standart bilimsel dili neye dönüştürür? Hayat nedir? Yaşam nedir? Ölüm nedir? Ölümün manası nedir? Böyle derin sorularla bizi düşündürmeye çalışır. Felsefe, bilimsel dilin dışına çıkıp daha non-paradigmatik bir dil haline geliyor. Medyada bu tür insanları, yani felsefecileri yeterince görebildik mi? Bol miktarda bilim insanı gördük ama acaba düşünürler bunun neresindeydi? Üçüncü ayak ise sanattır. André Malraux isimli bir düşünür vardır. “Sanat, ölüme direniştir.” der. Sanat, ölüme non-paradigmatik dille direnir. İşlevsel olmayan, fonksiyonel olmayan dille direnir, şiirle direnir, sinema ile direnir, güzel sanatlarla direnir. Anlatılamaz olanı anlatmaya çalışır, bize hissettirir. Hepimiz, Christopher Nolan’ın “Interstellar” filmini izlemişizdir.  Dikkat edin orada genç ve yaşlı iki bilim insanı var. Bunlar, kendi araçları ile dünyadaki kötü döngüyü bozmak için iyi bir direniş sergiliyor. Fakat o yaşlı bilim insanı, astronotlar uzaya giderken anlatmak istediğini bazen bilimsel olarak anlatamıyor, işte o anda, o sahneyi hatırlayın, şiir devreye giriyor. Anlatılamayan şeyler şiirle ve sanatın kendi sunumları ile anlatılır.

Dışınızda bir kaos veya problem varsa buna yanıtlar geliştirilir, elimizde üç tane yanıt var ve bunlar birbirini destekleyecek tarzda kullanılır. Birisi diğerinden üstün değildir, bizim temel sorunumuz hiyerarşik düşünceye alıştığımız için birisini merkeze koyup diğerlerini onun gölgesi haline getirmektir, bu düşünüş problemlidir. Haber kanallarını izleyen bir insan olarak, meselenin elbette felsefi kısmı var ama bunu iletişimden, medyadan koparamazsınız. Haber kanallarında kaosa karşılık bilimin yanında sanat ve felsefe nerede duruyor? Sorusunu her zaman sordum, soruyorum.

Medya kavramı geniştir, geleneksel ve dijital medyadan bahsediyoruz ama şu anda kullandığımız dilin kendisi de medyadır. Benim dış dünyaya erişebilmem için bazı araçlara ihtiyacım var. Gırtlağımdan yararlanırım, diyaframımdan yararlanırım ve aynı zamanda duyu organlarımdan yararlanarak dış dünyaya uzanırım. Benim dış dünyaya uzanmamı sağlayan her şey geniş anlamıyla medyadır.  Dil de bu medyanın en önemli bileşenlerinden birisi. Bu anlamda sessizliğin kendisini, kendi tarzında bir medya olarak düşünebiliriz, çünkü o biçimle dış dünyaya erişiriz, iletişim kurarız. Bu, bazen kriz anlarında önemlidir. Kierkegaard’ın gökyüzündeki kuş ve zambak çiçeğine dair çok sevdiğim bir metni var. Bunu okuduğunuzda sessizliğin ne kadar mühim olduğunu görürsünüz. Kierkegaard, bunu metin içinde poetik bir tarzda kuş ve zambak çiçeğini konuşturarak sağlıyor. Oradaki zambak çiçeği, sessizliğin bazı ızdırapları deneyimleyeteceğini söyler bize. Bazı anları  ancak sessizlikte deneyimleyebiliriz. Siz bunları sözcüklerle izah ettiğinizde o an kaybolur. Sessizlik ızdıraba verilecek en iyi yanıtlardan birisidir. Ne kadar şikâyet edersek ızdırap o kadar büyür. Izdırabı ızdırap olarak yaşamak, onu ne eksik ne de fazla yaşamaktır. Acı çekmeyi uzatan şey devamlı acıdan bahsetmektir, insanlar bazen susmayı beceremez. Susmayı becerebildiğimizde acıyı acı olarak yaşamak ve bunu sadeleştirmek, ayırt etmek, olabildiğince ufak hale getirmek de mümkün olabiliyor. Virüs salgınında sürekli şikâyet ederek hem sorumluluk almayan hem de sorunu mevcut haliyle görmek yerine kendisini de sorumluluk içine almayacak tarzda, problemi olduğundan büyük gösterecek tarzda bir yaklaşımın kendisi de problemlidir. Bazıları diyebilir ki acı paylaştıkça azalır, ancak acıyı paylaştıkça acıyı azaltma kaygısıyla yapılan sürekli konuşmaların kendisi de bizi aslında yaşanılması gereken bir deneyimi ortadan kaldırmaya götürebilir. Bu da sanki sorun yokmuş gibi bir tavır içerisine bizleri sürükleyebilir.

 

TRT Akademi: Acı konusunda Dostoyevski: “Acıda hazların en gizlisi saklıdır.” diyor. Bir de: “Acı çeken insanın en büyük zevki inlemektir.” diyor. Aslında acıya çözüm bulmaktan çok, şikayetçi olmayı daha çok seven bir varlık olarak değerlendiriyor insanları. Bu salgınla ilgili yapılan yayınlar bunun parçası olabilir mi?

Prof. Dr. Serdar Öztürk: Yuva kavramını açmam gerekiyor. Soğana dikkat ederseniz katmanlı bir yapısı vardır ve merkezde de cücüğü vardır. Oradaki o cücüğün kendisi merkezi nokta evimizdir. Bizim içine doğduğumuz, ailemizle birlikte var olduğumuz alandır. Katmanları büyüttüğünüzde yakınlarınızın mekânları devreye girebilir ama aynı zamanda onlar da yuvadır. Çemberi biraz daha genişletince Türkiye’de yaşadığınızı görürsünüz, yukarı doğru tırmanınca ulaşabileceğimiz en üst seviyedeki alan, yaşadığımız dünyanın kendisidir. Dünya da bizim yuvamızdır. Dünyanın bizim yuvamız olduğunu yeterince kavrayamıyoruz, yuva kavramının ontolojik olarak dünya ile ilişkili bir boyutu da vardır.

Ev meselesine tekrar dönecek olursak Heidegger tarafından dile getirilen iki kavram vardır: Biri hesaplayıcı bakış, diğeri tefekkür edici bakıştır. Hesaplayıcı bakış, daha planlayıcı daha niceliksel, daha sayısal bakıştır. Biz hayatımızı bu şekilde yönlendiririz, planlarız, organize ederiz, hesaplarız ve niceliklere böleriz. Hızla hareketin içine kapılırız ve dışımızdaki dünyayı görmeyiz. Neyi görmeyiz, uzaklara gerek yoktur, yanı başımızdaki eşimizi görmeyiz, mutfağı görmeyiz, çocuklarımızı görmeyiz çünkü görmek, düşünmek demektir. Sadece işlevsel bir şekilde görmeye başlarız. Araçsal görme ile içkin görme birbirinden farklıdır. Mekanik tanıma ile odaklayıcı tanıma birbirinden farklıdır. Mekanik tanıma ile sokaktakileri, otobüstekileri gördüğümüzü sanırız ama görmek düşündürür.

Koronavirüs salgınıyla kriz zamanında düşünmeye başladık, kaos durumu bizi düşündürür. Kaos durumu, içsel düşünceyi tetikler ve aynı zamanda pek çok şeyi yakın plana alır. Daha önce görmediğimiz evi görmeye başlarız ve içinde kaybettiğimiz sosyal dünyamızı hatırlamaya başlarız. Hem sokaklardaki yaşamı görüyorsunuz hem de evinizi görüyorsunuz. Daha önce evimiz sadece bir barınaktı fakat bu durumda evimiz, bizi tehlikeden koruyan bir varlığa sahip olmaya başladı ve anlam dönüşümüne uğradı. Kriz anlarının düşünceyi tetiklemesi anlamında böyle bir etkisi de var. Yuvamız anlam dönüşümüne uğruyor, dış dünya ve iç dünya biraz daha katmanlı ve odaklayıcı bir görünüşe bürünmeye başlıyor. Bunun sağladığı şeyler de bizi geleceğe daha farklı bir vizyonla hazırlıyor. Stoacı düşünürlerden Marcus Aurelius, kitabında: “Önemli olan şimdiyi yaşamaktır.” diyor. Evde kalmak zorundaysak o anı yaşamak zorundayız. İşte burada sorumluluk ve yaratıcı faaliyet devreye giriyor. Pedagoji ile uğraşanlar bilir, çocuklar problem durumunda can sıkıntısı nedeniyle yaratıcı faaliyetlere girerler. Can sıkıntısının yaratıcı faaliyetler üzerinde ciddi bir kuvveti vardır. Dolayısıyla evde kalmanın kendisi, bizi yaratıcılığa sürükleyebilir.

Prof. Dr. Himmet Hülür: Ev kavramımız modernleşme süreçleri içerisinde şekillenmiştir. Biz o şekillenen eve alışığız, bugünkü anormal durumda, salgın koşullarında söz konusu olan o ev değil.

Prof. Dr. Serdar Öztürk: Bugünkü ile Orta Çağda’ki ev birbirinden farklıdır, ev tarihseldir. Örneğin Orta Çağ’da şatoların içerisinde özel alan yoktur, özel odaları yoktur çocukların. Modern dönemde ise insanların birey haline gelmeleri ile çocuklar kendi odalarına sahip olur, evlerinin odalarını posterle donatır ve kendine ait bir kimlik oluşturur.

Ölü Ozanlar Derneği’ndeki Carpe Diem gibi eğer anı yaşamak istiyorsak gelecek beklentisi olamadan yaşayabilirsiniz. Birlikte film izleyip veya kitap okuyup tartışabiliriz, evdeki arşivlerimizi karıştırmak anı yaşamamıza katkı sağlayabilir. Bir de empatiden bahsedeceğim, yapılan antropolojik araştırmalar bize şunu gösteriyor: Empatinin iki boyutu var, grup içi ve grup dışı. Grup dışında rekabetçiyiz, grup içinde ise dayanışma içindeyiz. Buradaki grup kavramı tarihsel olarak şekil değişikliğine uğruyor. Grup kavramı, önceleri siz ve yakınınızdakileri kapsıyorken medya sayesinde giderek genişlemeye başlıyor. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler isimli bir kitabı var, orada, “Matbaadan sonra biz ötekilerine bağlanmaya başladık.” diyor. Matbaa ile grubun anlamı değişti, bütün bir ulusun kendisi grup haline geldi. İletişim teknolojilerinin küresel çapta olması empatiyi küresel çapa taşıdı. Kendinizi İspanya veya İtalya’daki bir vatandaşın yerine koyabiliyorsunuz.  Heidegger, “Biz başkaları ile birlikte varız.” der. Medyanın koronavirüs sürecinde en önemli katkılarından biri, bana göre küresel çaptaki empatiyi genişletmesi ve güçlendirmesidir.

Bunun dışında medya ile ilişkili söylenecek diğer bir durumu bir medya teorisi bağlamında düşünebiliriz. Medya bağımlılığı teorisi vardır, kaos anlarında medyaya bağımlı hale geldiğimizi vurgulayan teori. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de kahveler dolmaktaydı çünkü savaş, bir kaostu ve etkilerini merak ediyorlardı. Kahvelerde radyo başında haberleri dinlemekteydiler. Deyim yerindeyse haber toplayıcı gibi kahvelerde toplanmaktaydılar. Ölüm, başımıza gelecek en derin gerçekliktir. Bunun bizi rahatsız etmesi doğalsa sıradan insan da bir bilim insanı ve sanatçı gibi kendi çapında yanıtlar verir. Sıradan insanın verdiği tepkiler kavramsal düzeyde değildir, sezgiseldir. İçinde yaşadığımız koronavirüs sürecinde insanlar sezgisel düzeyde bir filozof haline gelmeye başladılar. Salgın biraz daha sürerse insanların kendi başlarına düşünme süreçleri tetiklenecektir diye düşünüyorum.

TRT Akademi: Medyanın yaptığı yayıncılık değişecek deniliyor, herkes kendisinin bir yayıncı olabildiğini fark etti. Bu dönüşüm nasıl olacak?

Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Medyaya bir bireysel anlamda medya kullanımı bir de kurumsal yayıncılık açısından bakılması gerekir. Medya bizim hayatımızda var ve olmaya devam edecek, değer kazanacak. Medya okuryazarlığı eğitimine verilen önem arttırılmalıdır. Bu olursa insanlar bilgi kirliliğine maruz kalmadan başlarının çaresine bakabilecekler ve medyayı daha bilinçli, daha sorumlu bir biçimde üretip tüketebilecekler. Bir fotoğraf çekiliyor, herkes fotoğrafçı. Bir haber yakalıyor herkes, haberci gibi bir açıdan bakarsak medyanın insanlara ne sağladığına ve elinden ne aldığına odaklanmak gerekiyor. Erişim var, eşitlik var, şeffaflık var. İnsanlar bugün haberleri izlediklerinde dünyaya daha eşitlikçi ve nesnel bakıyorlar. Ama bir o kadar da insanlar medyadan kimlikleniyorlar. Eskiden, insanlar kahvehaneye gidip o genel havayı solumak, bir şemsiyenin altında olmak, birbirlerine benzeşmek istiyorlardı. Çünkü tek başlarına var olamayacaklarını, başkalarına benzeyerek ayakta kalabileceklerini düşünüyorlardı. Şimdi ise artık her birey tek başına, şimdi kimliklerini keşfetme zamanı. Kim olduklarını açığa çıkaracaklar çünkü artık başkaları yok, çevrelerinde rol model alacakları ya da rekabet edebilecekleri hiç kimse yok. İnsanlar bugüne kadar yapmak zorunda olduklarını yapıyorlardı. Pandemiden sonra bazı şeyleri yapmak zorunda olmadıkları ortaya çıktı. Dolayısı ile şu anda ne yapacaklarını bilmiyorlar. Kimliklerini ve eylemlerini çevrelerinde gördükleri başkalarına göre yönlendiriyorlardı. Şimdi başkalarını da göremiyorlar, yalnızlar. Bu demektir ki ne olduklarına ve kim olduklarına nasıl karar vereceklerini düşünmeleri gerekiyor. Bu da işin en zor olan kısmı. Kaç kişi gerçekten evinde mutlu ya da evin anlamı neydi? Dünyayla eski bağları onarılamaz bir biçimde koptu. Şimdi kiminle ilişkilendirecek kendini, kime benzetmeye çalışacak kimliğini? Şimdi, yine medya sayesinde, bu sorunu çözecekler. Kimliksizliğin ya da her an soyunup giyinebilmenin getirdiği rahatlıkla sosyal ağların esnekliği birleştiğinde, izole olmaktan, dışlanmaktan, ötelenmekten korkan herkesin giydiği kimlikler moda oldu. Aslında Covid-19, bir anlamda bir eşitlik ve kimliksizliği de beraberinde getirdi. Herkes yüzünde bir maske ile tanınmaz halde, herkes birbirinin aynı giyinmiş, eşit ve aynı noktada.

Bu sessizlik döneminde kim olmaları gerektiğini, neleri gerçekten yapmak istediklerini, neye,  nasıl karar vereceklerini düşünecekler. İnsanın bu sessizliği ve dinginliği, ayrıca korkuları ile yüzleşmesi, onun kendisini daha derinden keşfetmesini ve yaşama, topluma yeniden konumlandırmasını sağlayabilir. Medya da tam burada bu yeniden yapılanmaya açık erişimiyle, kaynak paylaşımıyla, online kursları ve eğitimiyle destek olur durumda. Yani bugün oturup bilgisayarınızın başında yeni bir meslek sahibi de olabilirsiniz, yeni bir dil de öğrenebilirsiniz. Medyayı doğru kullandığınız sürece hepsi mümkün.

Medyanın birtakım sorunlar yarattığını ve çözdüğünü düşünüyorum. Örneğin bu salgının en önemli etkeni bir yandan hareketliliğin engellenmesi bir yandan da hareketliliğin ödüllendirilmesi oldu. Örneğin, Çin imparatoru bir zamanlar, verimliliği ve endüstriyi önceleyerek halkın hareketliliğini engellemişti, bunu anımsamakta yarar var. “Karşı köydeki horozun sesini her sabah işitseniz bile oraya asla gitmeyeceksiniz. Ne iş yapmanız gerekiyorsa oturup kendi mekânınızda yapacaksınız.” diyor ve hareketliliği engelliyor. Bugün de mobilitenin engellenmesiyle karşı karşıyayız, fiziksel hareketliliğimiz engellendi, hiçbir yere gidemiyoruz.  Eskiden insanlar, Ah keşke Amerika’da olsam, ah bir Avrupa’da olsam!” diyorlardı belki ama şimdi iyi ki orada değilmişim diyorlar. Bazılarımız ekonomik açıdan kara kara düşünürken bazıları da ekonomik hareketliliğini sürdürüyor. Örneğin, online satışlar tavan yapmış durumda. Sosyal hareketliliğimiz fiziksel olarak kısıtlanmış durumda ancak sosyal medya aracılığıyla sanal bir hareketlilik içinde hiçbir sosyal bağımızı kaybetmeden sürekli iletişim halindeyiz. Uzmanlar diyor ki, “Ekonomik hareketlilik önemli, ancak kültürel ve entelektüel hareketlilik çok daha önemli.” Bir ölçüde bu doğru diyebiliriz. Çünkü bu zor günlerde bile evet, tüm ülkeler hakkında güncel bilgiler alıyoruz, dünya haritası sürekli gözümüzün önünde, yani kültürel hareketliliğimiz son derece yüksek. Aynı zamanda kitaplar okuyor, müzik dinliyor, filmler ve diziler izliyoruz. Pek çok kütüphane, üniversite, kurum ve kuruluş online eğitime daha fazla olanak sağladı ve bütçe ayırdı. Bununla birlikte entelektüel hareketlilikte hızlı bir artış söz konusu oldu diyebiliriz. Elbette, olanaklara sahip olmak başka bir şey, bunu bilinçli bir şekilde kullanabilmek başka bir şey. Bunun da göz ardı edilmemesi gerekli.

TRT Akademi: Yayıncılığın değişimi, dönüşümü ve bireysel, toplumsal ilişkilerimizin yaşadığı dönüşüm üzerine konuşabiliriz. Medyada nasıl bir değişim yaşanacak ve biz nasıl etkileneceğiz?

Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk: Geleneksel medya, geçirdiği dönüşümle yeni medyanın içinde yer almaya devam edecek. Televizyon, gazete gibi organlar bir dönüşüme girecek ve elektronik ortamda yer alacak. Bizim gelenekselden farklı olarak yeni medyada gördüğümüz bir durum var. Yeni medya birden çoğa değil, birden bire haber şablonuna sahip. Bireyler yeni medyada daha korunaksızlar, bireysel bir izleyici kitlesi var. İnsanları ikna etmek, razı edebilmek her geçen gün kolaylaşabilmekte. Kişiler arası iletişim en etkili iletişim biçimidir diyoruz, yeni medyanın bize sunduğu ortam, kişiler arası iletişimin sunduğu ortama benzer. Bilgi verecek olanlar, kişilerle bire bir etkileşime girer ve onları iknaya yöneltmek için mesajı kurgularlar. Bireysel bir çalışma yapılıyorsa çocuklarla ilgili sıkıntılar yaşamamız son derece normal hâle geliyor. Çocuklar, gerekli tecrübeye sahip olmadıklarından inanma olasılıkları daha yüksektir. Yeni medyada bireysel üretim yapma metotları da sunuldu. Gelecekte kurumsal medya yapılarından daha ziyade bireysel habercilik araçları önümüzde olacak ve bizi etkileyecek.

Biz bu kriz esnasında bazı şeyleri gördük. İlki, bu kriz, aslında küresellikten daha ziyade yerelliğe atıfta bulundu. Yeniden milliyetçilik, yeniden ülke sınırları belirginleşiyor. Gelecekte daha fazla ülkesel milliyetçilik oluşacak, bunu bir kenara bırakıyorum. İkinci olarak kurumlarla ilgili söyleyeceklerim var, bundan sonra krizlerin kaynağını dijital medyada arayacağız. Bütün kurumlar sosyal medya kullanım politikaları oluşturmalılardır, kurumlar bu konuya yeterince önem vermemektedirler. Sağlık personelinin yapacağı asılsız bir açıklama büyük sorunlara yol açabilir, bu yüzden kurallar konulmalı.

TRT Akademi: İnsanlar eve kapandı, TRT “Tutunamayanlar”ı evde çekiyor, yayıncılar da bu konu ile ilgili çalışmalar yapıyor. Koronavirüs, yayıncıları ve izleyicileri nasıl dönüştürdü?

Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk: Olağanüstü bir durumdayız, imkânları fırsata çevirmek ve dizileri devam ettirmek için bu tür çalışmalara ihtiyaç var. Yoksa mevcut durum buna izin vermiyor. 70’li yıllardan itibaren dijital dönüşüm sinemayı farklı bir yere götürdü. Mevcut durumda üretilen eserler teknolojinin bize sunduğu imkânlarla yapılıyor, bu durum geleceğin yayıncılığını çok değiştirecek. İzleyicinin yapımlara etkisi büyüyor. Twitter, senaryolara bile etki edebiliyor.

TRT Akademi: Koronavirüs, medya ve toplum arasındaki ilişkiyi nasıl etkileyecek?

Prof. Dr. Himmet Hülür: Eski normallik düzeninin alışkanlıklarını sürdüren medya, bugünkü salgın ve eve kapanma döneminde yani anormal durumda belirli sendelemeler, belirli zorlanmalar yaşıyor. Böyle olması çok doğal çünkü yaşadığımız tam da radikal bir kırılma. İçinde bulunduğumuz mevcut sistemde birçok sorun vardı ama salgınla bu sorunların yeni bir boyutunu, yani sistemim tümüyle kırılgan olduğunu görmüş olduk. Salgında bu kadar ağır sonuçların olmasının sebebi, öteden beri sistemin kırılganlığını her zaman görmezden gelme tutumuydu. Çünkü görmek; tüketimci kapitalist yaşantının kalıcı olmadığını, tüketimci doğruluk kalıplarının sorgulanmasını beraberinde getirir. Bu açıdan konvansiyonel medya her zaman statükocu bir tutum sergilemiş, mevcut kültür ve kişilik kalıplarının sürdürülmesini meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür. Çünkü konvansiyonel medya, şirket bağlantıları dolayısıyla ticarileşmiş değerleri kutsamak durumundadır. Neoliberal küreselleşme, kamu yararı ilkesine piyasanın izin verdiği ölçüde yer vermektedir. Diğer taraftan, ticari kapitalist kültürün ortalama tüketicileri, kendilerine dayatılan normallik biçimlerini zorunluluk olarak algılamayı sürdürmektedir. Sosyal medyanın bu dayatmanın dışına çıkma ihtimali de şirket hâkimiyeti nedeniyle sekteye uğramaktadır. Dolayısıyla benmerkezciliğin korkunç sonuçlarının benliği tümüyle devre dışı bırakacak kadar ilerlediğini ifade edecek araçlar sınırlı kalmaktadır. Bireyler böyle bir medya hegemonyası altında hâkim kültürel kalıpların ve yükselen değerlerin bireyleri kapitalist tüketimci denetimin birer taşıyıcısı hâline getirdiğini görmekten mahrum kalmaktadır.

Mevcut kontrol toplumunda medya çeşitlenmiş ve medya şirketlerinin çok ötesinde dallanıp budaklanmıştır. Koronavirüs salgını gibi risklerin üstesinden gelmek amacıyla yeni medya biçimlerinden yararlanma düşüncesinin bugünlerde ön plana çıktığını görmekteyiz.  Herkese sağlık kodu gibi uygulamalar sadece ulusal değil, uluslararası gözetleme ve algoritma amaçlarına hizmet edebilir. Örneğin herkese sağlık kodu verilmesi, insanların bedenlerinin bir makine gibi yönetilebilir duruma gelmesini beraberinde getirecektir. Böylece, yeryüzündeki tüm bedenlerle iletişime geçilebilmekte, onlardan gelen mesajlarla yönetimselliğin kabiliyeti ve kapasitesi geliştirilecektir. Hastalık, yaşam ve ölümler bu anlamda bir makinenin ya da yönetsel bir prosedürün işleyiş kurallarına göre şekil alacaktır. Öte yandan yeryüzündeki toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlikleri göz önünde bulundurduğumuz vakit, sağlık kodlamalarının algoritmik açıdan kimin için ve ne kadar hayati olacağı problemi de ortaya çıkmaktadır. Bireyin kendi bedeni üzerindeki holistik bakış açısı, parçalanmış ve kodlara ayrılmış olarak ele alındığı vakit; insan bedeni, üzerinde her an, her türlü müdahalenin gerçekleştirilebileceği korkunç bir iktidar mücadelesinin de nesnesi konumuna düşecektir. Söz gelimi virüsün herkesi etkilediği postulatı üzerinden temellenen kamusal bakış açısı da bu tıbbi müdahale mekanizmalarına da meşruiyet kazandırmaktadır. Dahası beden üzerinde egemen olma arzusu beraberinde belirli tarzda bir meşruiyet zemini arayışını da gündeme getirebilmektedir. Oysaki salgınların öteden beridir periyodik biçimde karşımıza çıktığını biliyoruz. Fakat koronavirüsle ortaya çıkan gelişmeler, yöntem ve uygulamalar göstermektedir ki hem bedenlerin hem de bütün bir dünyanın algoritmik bir diktatörlüğün kuşatıcılığı tehlikesi ile karşı karşıya kalmasıdır. Bu anlamda tıbbın, ulvi ve hümanist değerlerinden uzaklaşıp biyo-iktidarın araçsal aklı konumuna düştüğünü söylemek gerektir. Özellikle tüm dünyada kullanılabilen sağlık haritaları, en son yapay zekânın koronavirüs salgınında kullanılmaya başlanması gibi gelişmeler, tıbbın sanılanın aksine sağlık amaçlı bir fikre öncülük etmekten ziyade yalnızca sağlığın iktidarın bir parçası olarak yönetilmesi gerektiği fikrine öncülük etmeye başladığını söyleyebiliriz.

Sağlık yalnızca sağlık kurumlarıyla ve pratikleriyle sınırlı değildir, toplumsal yaşamın diğer boyutlarıyla da yakından ilişkilidir. Toplumsal ve kültürel yaşam biçiminin tekno-bilimsel düzenlenişine hatta paketlenmesine koşut bir şekilde sağlığın ve hastalığın öngörülebilir ve denetlenebilir olduğu, yaşam ve ölümün belirli bir rasyonelleşmeye tabi olması anlamında McDonaldlaştırılması türünden bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yeni medya bu McDonaldlaştırılmaya daha fazla malzeme taşıyan ve önünü açan bir gelişme olduğunu da vurgulamış olalım.

TRT Akademi: Bu durum ile ilgili son değerlendirmeniz nedir?

Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Salgının bizi bu kadar etkilemesinin gerçek sebebini düşünmüyoruz. Bizi ölüm rakamları mı yoksa ne kadar sağlıksız bir ortamda yaşadığımız mı üzüyor ya da tesadüfen yaşadığımızı fark ettik de bundan mı endişe duyuyoruz?

Prof. Dr. Himmet Hülür: Bütün modern yaşam boyunca ev dışının yüceltildiğini, evin ise çalışmaya bir hazırlık alanı olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Şimdi dışarının değil, evin yüceltilmesi sadece salgının boyutunu gösteriyor. Bu anormal durumda modern yaşantının en üstte tuttuğu değerlere yönelik bir tersine çevrilme olduğunu düşünüyorum.

Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu: Asıl sorun kendimizi tehdit altında hissetmemiz, buna karşı riskle baş etmemiz gerekli. Çünkü risk her zaman vardı ve her zaman olacak. Risk nedir? Örneğin, bir orman vardı ve yandı, kül oldu. Elbette bir süre sonra orman kendisini yeniliyor ama eskisi gibi olmayacak. Sanırım bizim asıl korkumuz bu yeni ormandan ebediyen kopmuş olmak. O eski düzenle kavgalı olsak da ona alışıktık ve içinde kendimize bir yer bulmuştuk. Bu eski düzen artık olmayacak, endişe duyduğumuz şey bu. Eskisi gibi bakamayacağız içinde yaşadığımız yaşama, topluma, değişip dönüşüyoruz bir yandan ama diğer yandan yeniliklere hazır ya da açık değiliz. Örneğin, elinizi göz önünde bulundurun, her bir parmağınızın ayrı ayrı görevleri olduğunu düşünün, parmakların rolleri, sağlık sorunları ve öncelikler gibi nedenler değişebilir, kırılabilir, burkulabilir. Bunun için üzülebiliriz. Ama önemli olanın tek tek parmaklar değil, avucunuzun içi olduğunu ve bunu beyninizin hareket ettirdiğini fark edebilirseniz endişelenmez, kendinizi duruma hazırlar ve sürecin geçmesini beklersiniz. Şimdi de böyle, bir pandemi yaşıyoruz, kısıtlıyız ama arkadan yeni, genç ve sağlıklı bir orman geliyor. Doğa kendini tamir edecektir, bunu da söylemek isterim.

Prof. Dr. Serdar Öztürk: Antik Yunan’dan itibaren kullanılan bir kavram var: “Aletheia” Aletheia konusunu Heidegger açar. Bu, varlıkları gizlenmişlikten çıkarma durumudur. Etrafımızdaki nesneler gizlenmiş durumda, ne zaman ortaya çıkarlar, ne zaman kendilerini ifşa ederler? İlk olarak bir arıza durumunda veya kaosta ortaya çıkar, ikinci olarak bir de seçim yapmak durumunda kaldığımızda varlıklar kendilerini ifşa eder. Kaosu daha önce açıklamıştı, seçim anına değinmemiz gerekir bu noktada. Çünkü tam da bu salgın durumunda yapacağımız seçimlerimiz düşüncenin odaklayıcı hâle geldiği andır. Kierkegaard bir metninde hem kendi deneyiminden hem de bir hikâyeden söz eder. Filozof Kierkegaard’ın kendi deneyimi şöyledir: Bir gün bir karar alır. Kierkegaard, evden sıkılmıştır ve yeni bir deneyim için Berlin’de daha önce yaşadığı şeyleri tekrar yaşamak ve yineleme yapmak ister. Berlin’e gittiğinde eski yoğunluğu yaşayamaz ve evine dönmek zorunda kalır. Metnin içindeki hikâye de şöyledir: Tıpkı kendisi gibi evinden sıkılıp ayrılan bir adam, atına biner ve bir süre sonra attan düşer. Tekrar ata binecekken arkadaki evini görür. O eve bakış, temaşa edici bir bakıştır. Kafasını bir geriye bir de ileriye döner ve evinde kalmaya devam eder, evini farklı bir açıdan görmüş olur. Bu, seçim anıdır. Aslında adam o seçim anında düşünmeye başlamıştır. Biz kavramları kullanırken kesin yargılarda bulunuruz ve mekanikleştiririz. Örneğin “akıl” kavramına bakalım. ABD Başkanı, binlerce insanın öldüğü ülkede bazı valileri eleştiriyor ve bu kadar katı kurallar uygulamayın, diyor. Bu, başka bir akıldır, filozofların sözünü ettiği akıl değil. Platon, insanı üçe ayırır: Birinci bölümde mide, iştah bölümü vardır. Kalpte ise duygu, cesaret bölgemiz vardır. Beyinde de akıl bölgesi vardır, der. Benim de eleştirdiğim hiyerarşik bir ayrımdır. Öyle de olsa baktığınızda Platon, mide bölümünün ve yürek bölümünün sizi umulmadık yerlere götürebileceğini söylüyor ki buna katılmamak imkânsızdır. Şu anda evde yaşıyoruz, yürek ve mide kendini sokağa at ve tutkularını yerine getir diyor, ama böyle de olsa bazıları kendilerini kontrol ediyor. Burada kaptan beyin, “Dur!” diyor. İnsan bu kararı akılcı veriyor. Kararını verirken medyadan aldığı bilgiden yararlanıyor ve ölüm kaygısı ve korkusu tutkularını bastırıyor. Bu bir seçim anıdır, evde kalmak ve başkalarını hastalandırmamak gayet gerçekçi bir karardır, seçim anında düşünce başlar.