Pandemi ve Psikolojik Sınırlarımız


Prof. Dr. Sinan Canan

Kovid-19 salgını dünyayı şaşkına çevirirken üzerinde en çok konuştuğumuz konu, malumunuz psikolojik sağlığımız oldu. İlk başlarda virüsün hastalık yapıcılığı yoğun olarak gündeme gelirken zaman içinde bu beklenmedik duruma verilebilen tepkileri ve alternatiflerini anlamak daha önemli bir yere yerleşti.

Psikolojik sağlığımız, etrafımızdaki dünyadan en iyi biçimde faydalanabilmemiz için en temel gereksinimdir. Psikolojik sağlık dediğimde çoğu insanın zihninde depresyondan, üzüntüden, melankoliden, telaş ve gerginlikten uzak, dingin ve mutlu bir zihinsel durum geliyor olabilir. Hayır, kastım o değildir. Olumlu ve olumsuz bütün duyguların farkında, duygu ve düşünce dünyasının kendisine ne söylemeye çalıştığını anlamaya gayret eden, kendini ve iç dünyasındaki benliğini yargılamayı bir kenara bırakıp, kendini yargılamadan ve olduğu gibi anlamaya çalışan bir zihin durumundan söz ediyorum. Böyle bir zihin hâli, çoğu zaman erişilmesi çok zor bir vaha veya adeta bir cennet gibidir. Zira günlük algılarımız ve zihinsel işlevlerimiz, çoğu zaman “neden öyle olduğunu” bilmediğimiz, psikolojik sınırlarımızı zorlayan düşünce, deneyim ve duygulardan ve bunların yarattığı muhtelif rahatsızlıklardan dolayı, pek verimli çalışamaz. Sağlıklı bir zihin, sakin ve dingin bir zihin değildir. Sağlıklı bir zihin, her deneyimi hemen “iyi” yahut “kötü” diye etiketlemeden, üzüntü, sevinç, arzu veya diğer tüm duyguları olduğu gibi deneyimleyebilen, onların kişisel olarak nasıl bir mesaj taşıdığını düşünebilecek ve hissedebilecek özgürlüğe sahip bir zihin hâlidir. Çoğumuz, çoğu zaman böyle değilizdir. O nedenle olumlu da olsa olumsuz da olsa duygularımızı hızla harcar; olumluları doyasıya yaşayamaz, olumsuzları ise uyuşturmaya çalışırız. Halbuki duyguların esas amacı bize bir nevi “bilgi” vermektir. Karmaşık bir örüntü tanıma sisteminin ürünü gibi görünen duygular, aklımızın ve analiz yeteneğimizin çözemediği karmaşıklıkta sorunlar için oradadır. Dolayısıyla bu tip mesajları okuyabilecek bir zihin, ciddi bir eğitimle ancak yetkinleştirilebilir. Elbette böyle bir zihin durumu, “bilinçli farkındalık” deneyimi ile de çok yakından bağlantılıdır. Bu farkındalık deneyimi ve ustalığı arttıkça insanların zihinsel süreçleri ve psikolojik durumlarıyla ilgili değerlendirmeleri de çok daha sağlıklı ve isabetli hale gelir. Böylece artık o psikolojik süreçlerin kurbanı yahut nesnesi olmaktan çok, o durumları yönetebilen bir yönetici yahut fail haline gelirler.

Duygusal İstikrar

Sağlıklı psikolojik hâlin en önemli gereksinimlerinden birisi “duygusal esneklik- dayanıklılık” veya “yılmazlık” olarak adlandırılan beceridir (resilience). Ben bu terime Türkçe karşılık olarak “istikrar” kelimesini kullanmayı seviyorum. Duygusal istikrar, deneyimlenen kötü bir hadise yahut olumsuz bir psikolojik deneyimden sonra insanın ne hızla normal ve sağlıklı psikolojik değerlendirme düzeyine geri dönebildiğinin bir ölçüsüdür. Duygusal istikrar, “tekrar eski hale dönebilme” gibi bir anlam içerdiğinden, pasif bir hal olmaktan ziyade aktif bir süreçtir. Çaba ister ve bu çabayı yönetebilecek beyin devrelerinin de zamanla çalıştırılarak geliştirilmesi gerekir. Duygusal istikrar konusu, Richard Davidson’un, “Beyninizin Duygusal Hayatı” başlıklı kitabında tarif ettiği “altı temel duygusal boyut” tan birisidir. Davidson ve ekibi, literatürdeki çalışmalardan da geniş bir biçimde faydalanarak kendi yaptıkları detaylı araştırmalar sonucunda duygusal yılmazlık denen şeyin beynimizdeki aktif bir kontrol sisteminin gelişmişlik düzeyiyle ilgili olduğunu gösterdiler. Bu sistem, stres yanıtlarını ortaya çıkaran amigdala bölümü ile beynin davranışları kontrol eden ön bölümleri arasındaki bağlantı kompleksleri üzerinden çalışan bir sistemdir. Duygusal istikrar becerisi yüksek insanlarda bu devreler daha “kalın” ve “kuvvetli”dir. Bunu, beyin taramalarındaki “beyaz madde” miktarından ve beyin fizyolojisi çalışmalarındaki “eski haline dönebilme becerisi” nin çok daha iyi olmasından anlayabiliyoruz. Bu bağlantılar beynin her iki yanında da olmasına rağmen özellikle sol kısımda ön beyin ve amigdala arasındaki bağlantılar, bu duygusal istikrar becerisinde önemli gözüküyor. Burada amacımız işin sinirsel mekanizmasını tartışmaktan ziyade, bu bilginin bizim için ne anlama geldiğidir.

İşledikçe Gelişen Beyin Devreleri

Beyindeki beyaz madde, mikroskobik sinir hücrelerini birbirine bağlayan ve onlar arasındaki veri iletişimini sağlayan milyarlarca mikroskobik sinir telinden oluşur. Bu teller, o kadar kalabalık ve sıkı paketlenmiştir ki biz bunları beyin görüntüleme teknikleri ile kocaman otoyollar şeklinde izleyebiliriz. Enstrüman çaldığınızda, yeni bir maharet elde etmek için çalıştığınızda, yeni bir dil öğrendiğinizde ve buna benzer tüm “yeni beceri” durumunda, farklı beyaz madde alanları da otomatik olarak hacmini arttıracaktır. Mesela profesyonel müzisyenlerde, “zekâ ile de ilişkilendirilen” (arkuat) bağlantıların zamanla, müzisyen olmayan insanlara göre daha kalın hale geldiğini biliyoruz. Bu kalınlaşma, büyüme yahut biçim değiştirme, beynin öğrenme yöntemidir. Beyin, biçim değiştirerek öğrenir. Her öğrenme edimi değişimle sonuçlanır. Yıllar boyunca tekrarlanan, talim edilen beceriler ise kalıcı, hızlı ve otomatik bağlantılara dönüştürülür. Erken yaşlardan itibaren yapılan farkındalık egzersizlerinin de ileriki yaşlarda bu nedenle gerek duygusal esnekliğe gerekse genel psikolojik iyi oluşa çok büyük katkıları olması gayet doğal bir sonuçtur.

Psikolojik sınırlar, çoğu zaman, “Ben buyum.”, “Böyle gelmiş, böyle gider.” gibi ifade edilen iç inançlar tarafından korunur ve beslenir. Bu inançları değiştirmenin kendimizi değiştirmek, kendimizi değiştirmenin ise dünyamızı değiştirmek olduğunu anlatmaya çok gayret ederim. Elbette bu sözü herkes duymuştur fakat bilmek, yapmak ve de olmak arasındaki farkı burada bir kez daha hatırlatmam gerekir. Teşebbüs etmeden deneyimleyemez, deneyimlemeden olamayız. Teorik olarak bilmek bir şey, bunu yaşamak ise bambaşka bir şeydir.

Yeniden Çerçeveleme

Psikolojik sınırları esnetmenin az bilinen (ama aslında olumsuz yönde bilinçsizce de olsa sıklıkla kullandığımız) bir yolu ise “yeniden çerçeveleme” (reframing) denen beceridir. Yeniden çerçeveleme, var olan algı düzeyimizde bize iyi yahut kötü, faydalı yahut zararlı görünen olay ve olguların, zihinsel bağlamın değiştirilmesi yoluyla yeniden yorumlanmasını anlatan bir terimdir. Özellikle olumsuz olaylar karşısında zihinsel kaynaklarımızı olumsuz duygular ve stresle boşa harcamak yerine, bakış açımızı değiştirerek aynı durumun faydalı yahut işe yarar yanlarını görebilir hâle geliriz. Bu beceri, duygusal istikrarın da önemli bir bileşenidir ve beyinde az önce duygusal istikrar yeteneğiyle ilişkili olarak bahsettiğim beyaz madde alanlarının gelişmişliği ile yakından ilgilidir. Beyinlerinde duygusal istikrar sistemini yöneten devreleri gelişkin insanlar, olumsuz durumlar karşısında bu yeniden çerçeveleme becerisini başarıyla kullanırlar. Bu sistemi verimli kullanan insanlardan öğrendiğimiz temel gerçek oldukça açık ve çarpıcıdır: Duygularımız, düşüncelerimiz tarafından şekillendirilir. Nasıl bakıyorsak öyle görür, nasıl görürsek öyle hissederiz. Varsayılan ayar olarak “olumsuzluğu tespit etmeye” odaklı zihinler, doğal olarak her olumsuz durumda duygusal açıdan olumsuz uçlara savrulmaya çok daha yatkındır. Bu varsayılan ayar, bütün hayvanlarda “ürkeklik” olarak ortaya çıkarken insanda daha derin; depresyon ve travmalara varan sıkıntıları da ortaya çıkartabilir. Zira tabiatta tüm canlıları hayatta tutmakta başarı ile iş gören bu “çerçeveleme” (yani önce olumsuz olanı tespit etme), konu insana, özellikle de modern insana geldiğinde başımıza çok işler açar. Hayatta kalma sorununu temel olarak çözmüş olan bir çoğumuzda bu sistem, “gereksiz endişe ve korku üretme” kaynağı olarak çalışmaya başlar. Sosyal korkular, öz beden algısı sorunları, gelecekteki imkânlara dair endişeler, her türlü beklenti dışı olay karşısında kaygılanma gibi günlük hayatta çokça bildiğimiz durumlar, bu doğal ayarın yansımalarıdır. Yeniden çerçeveleme ise önümüzdeki olay veya zihnimizdeki kaygı verebilecek düşüncelere başka bir bakış açısıyla bakabilme becerisidir aslında. Takdir edersiniz ki bizden başka herhangi bir canlıda görmeyi beklemediğimiz, insanın aşırı gelişmiş “ön beyninin” bir işlevi olması gereken bu yetenek, konuyu “faydalı-zararlı”, “tehlikeli-güvenli” veya “doğru-yanlış” kategorilerinin dışında, sadece “olduğu gibi” veya ilk görünen halinden çok başka şekillerde değerlendirebilmemize imkân verir. Olumsuz görünen olaylardaki olumlu kısımları görebilmek, hatta bu olumlu kısımları esas odak noktasına çekebilmek, yeniden çerçeveleme ile çoğu zaman mümkündür. Yeniden çerçeveleme, “kendini kandırmak” değil, zihnimize yeni açılardan bakabilme fırsatı sunarak doğru ve verimli davranış geliştirebilme şansımızı artırmaktır. Mesela, bu yılın başlarında tüm dünyayı etkisi altına alan ve hepimizin alıştığı hayat tarzını günler içinde değiştiren korkutucu koronavirüs salgını, tartışmasız insanlık tarihinin en önemli vakalarından biri hâline geldi. Çoğumuz, alıştığımız ve her zaman garanti gibi gördüğümüz günlük hayatımızı bir anda altüst eden böyle bir etkiye karşı ne yapacağımızı şaşırdık. Haklı olarak büyük bir kısmımız endişe, korku ve yer yer panik işaretleri vermeye başladık. Tüm dünyayı etkisi altına alan böyle bir salgında yapabileceğimiz çok fazla bir şey de yoktu. İşler kontrolümüzde değildi ve kendimizi büyük bir belirsizliğin içinde bulduk. Fakat bazılarımız diğerlerinden daha farklı davranmayı seçti: Onlar, herkesle beraber deneyimledikleri bu “olumsuz” durumun ne tip fırsatlar yaratabileceğine bakmayı seçtiler. Eski alışkanlık ve rutinlerinin bozulmasına, hayatlarının bildikleri şeklinin keskin bir inkıtaya uğramasını bir yana bırakıp “yeni yollar bulabilme” konusuna odaklandılar. Salgından çok sonra, geriye dönüp de bu büyük salgından sonra inşa edilen dünyaya, şekli ve içeriği nasıl olursa olsun “yeni yaşam tarzına” bakabilenler, içinde bulunduğumuz “yeni hâl”in işte bu tip zihinler tarafından inşa edildiğini görebilecekler. Onlar için küresel bir virüs salgını gibi “alıştığımız her şeyi” değiştiren böylesine büyük bir mevzu, bildiğimiz kuralların yıkıldığı, yeni ve tanımadığımız bir dünyaya adım atmamıza neden olan pek büyük bir “uyarıcı” haline gelmiştir. Hiç uyarı yapmadan gelen bu yeni durum, “konfordan kaosa geçiş” senaryolarının belki de tarihimiz boyunca en büyüğü, en çok insanı etkileyeni ve en yaygın sosyal etki alanına sahip olanıydı. İşte hepimizin doğal olarak “olumsuz” tepkiler vermesi gereken böyle bir durumda dahi meseleye “başka bir çerçeveden” bakabilenler, yeni yolları ve imkânları görebilenler mevcuttur. Dünyayı sarsan bir salgında sadece “iyimser” olmak elbette aptallıktır. Şikâyet ve kötümserlik ise bize bir şey kazandırmaz. Önemli olan gerçekçi olmak, durumu kabullenip olası yeni hareket yollarına odaklanmaktır.

Burada son bir not olarak “kabullenmek” kavramını biraz açmam gerektiğini hissettim: Kabullenmek, çoğu zaman zihnimizde acizlik ve itaat gibi sonuçları çağrıştırabiliyor. Mesela olumsuz bir durumu kabullenme önerisi, o durumdan etkilenen kişilerde genellikle daha isyankâr bir tepkiye neden olabilir. Fakat burada bahsedilen kabullenme, durumun gerçek boyutlarının kavranması, yargısız bir şekilde izlenmesi ve gerçeklerin olabildiğince objektif bir biçimde fark edilmesidir. Böyle bir kabul, harekete yol açar ve bizi durup beklemekten, bocalamaktan, korku ve paniğe kapılmaktan korur. Bunun zıddı ise sızlanmak veya şikâyet etmektir. Şikâyet, aktif bir faaliyet gibi görünse de aslında pasifleştirici bir enerji sarfiyatıdır. Şikâyet, sorumluluğu üzerimizden alarak, dış faktörlere yükleme zannı oluşturup geçici bir rahatlama sağlayabilir. Fakat bu rahatlama ne bir iyi hissetme haline ne de sorunların halline dair bir yol bulabilmeyi sağlar. Şikâyet sadece enerjiyi boşa harcamaktır. Çaresizliğin ikrarı, aksiyon almanın reddidir. Bunun tam tersi olan kabullenme, bizi olası yeni imkânlara doğru harekete geçirir.

Psikolojik sınırlarımızı yoklarken ve zorlarken bence unutmamamız gereken en önemli şifre şudur: Biz bu dünyaya sadece “iyi hissetmek” için gelmedik; aksine, ne olursa olsun, “iyice hissetmek” için geldik. İster olumlu ister olumsuz olsun, tüm duygular yaşamın vazgeçilmezleridir ve olumsuz olanları uyuşturan her şey, bizi eninde sonunda kendine esir eder.

NOT: Okuduğunuz metin, Sinan Canan’ın henüz basım aşamasında olan “İnsanın Fabrika Ayarları (İFA) 3. Kitap: Sınırları Aşmak” (Tuti Kitap, 2020) başlıklı çalışmasından alınan kısaltılmış ve uyarlanmış bir bölümdür.