
Prof. Dr. Serdar Öztürk / Akademisyen / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Analiz/Yorum
Filozof Gilles Deleuze; bilimin denklem ve fonksiyonlarla, felsefenin kavram ve kavramsal kişilik üretimi ile, sanatın ise duyum vasıtasıyla kaosa karşı set çekeceğini, yanıt vereceğini yazar. Bunu, içinde yaşadığımız kriz durumuna, kaos durumuna yani koronavirüs salgınına uyarlarsak özellikle tıp biliminde çalışan bilim insanları ilaç ve aşı geliştirmeye çalışarak ve hastaları tedavi etmeye çalışarak kaosa yanıt vermeye çalışırlar. Felsefeyle haşır neşir olanlar ya da bilgece bir tavırla hayata bakanlar daha önceden felsefede üretilen; ölüm, yaşam, hayatın anlamı, mutluluk, acı, haz, kaygı, düşünce vs. kavramlarla meseleyi anlamaya ve anlatmaya çalışabilirler ya da yeni gelişen bu durumla ilgili hiç düşünülmemiş boyutlarıyla yeni kavramlar üretebilirler. Kaosa karşı kendi tarzlarında böyle yanıt verebilirler. Sanat ise Malraux’nun deyimiyle ölüme bir direniş olarak poetik tarzda, duyum, duygu ve duygulanımı merkeze alarak ya daha önceden üretilen sanat eserleriyle ya da yeni sanat eserleriyle anlatılamaz olanı kendi tarzında ifade edebilir. Bu durumu Christopher Nolan’ın yönettiği Interstellar (Yıldızlararası) filminde yaşlı profesörün denklemlerle, bilimsel kavramlarla anlatamadığı yerde şiirle duygularını ifade etmesine benzetebiliriz. Filozof Alain Badiou, dilin paradigmatik ve paradigmatik olmayan yanlarının olduğunu söyler. Şiir, nesirle anlatamadığımız şeyleri paradigmatik olmayan dille anlatan bir sanattır. Ama aynı zamanda yaşadığımız bu koronavirüs durumunu dil yerine başka kanalları kullanarak da ifade edebiliriz. Örneğin, görsel ve işitsel bir sanatsal olan sinema ile ya da işitsel bloklardan oluşan müzikle, çizgi ve renk bloklarından oluşan resimle. Böylece dilin düz boyutunun yetmediği yerde, denklemlerin ve kavramların yetmediği yerde sanat devreye girer. Üçü birlikte; yani bilim, felsefe ve sanat vasıtasıyla kaosa yanıt vermeye çalışırsınız. Elbette bunlara ek olarak insanın anlam arayışında binlerce yıl yanı başında olan ve hâlen var olan dini de katabiliriz. O da yaşam, ölüm, hayatın anlamı gibi meselelerle kendi tarzında kendi ifade mecrasıyla kaosa set çekmede önemlidir.
Hâlihazırda yaşadığımız bu salgının sadece bilimle, sanatla, felsefe ile uğraşanlara ölüm, yaşam, kaygı vs. gibi kavramlar ekseninde sorular sordurttuğunu düşünmüyorum. Bu bir deneyimdir, içinde yaşadığımız hayatta bir kesintidir, yaşamın kırılganlığını bizlere hatırlatan bir süreçtir. Eğer böyle ise yaşayan her insan, bir bilim insanı, felsefeci, ya da sanatçı olmasa bile kendi tarzında, kendi ifade araçlarıyla düşünmeye ve sorular sormaya başlamıştır diye düşünmekteyim. Daha sıradan insan sadece sorular sormak veya düşünmenin ötesinde aynı zamanda eyleme de geçebilmektedir. Basitçe ifade edersem bence bu tür kriz durumlarında herkes felsefi deneyim içine girmiştir, çünkü virüs her an yanı başımızda bizi ve sevdiklerimizi, hatta tüm bir dünyayı, yaşamı tehdit eder boyuttadır. Bu nedenle çoğu insan düşünmektedir ve ona uygun eylem üretmektedir. Belki de çoğumuz virüs vakasından önce filozof Kieergaard’ın dediğine benzer tarzda “uyurgezerdik.” Günlük rutin ve aşinalık içinde düşünmek zorunda kalmamakta, otomatik, mekanik tarzda verili dünya içinde hareket etmekteydik. Ama ne zaman bir problem ortaya çıkarsa o anda düşünce daha odaklayıcı hâle gelmeye başlar. Filozof Bergson’un “mekanik tanıma” dediği boyuttan daha düşünümsel, daha “odaklayıcı” tanımaya geçeriz. Burada ilginç olan husus, felsefenin de aslında problemlerde, arızalarda, paradokslarda devreye girmesidir. Badiou, felsefenin paradokslarda çalıştığını söyler. Bergson, “Felsefe, düşüncenin normal hattına müdahale etmektir.” der. Deleuze de felsefenin her zaman ve her şey üzerine düşünmediğini, ihtiyaç durumunda, sorun ortaya çıkması durumunda devreye girdiğini belirtir. O hâlde bir problem olarak koronavirüs salgını yaşamımızda belirmiş, bu da insanların yaşamları üzerinde etki yapmaya başlamıştır. Bilim insanları, siyasetçiler, sanatçılar, felsefeciler ve nihayetinde pek çok insan kendi tarzında ve ilgileri dâhilinde bunun üzerinde düşünmeye ve eylemeye başlamışlardır. Bir kaos olan, bizi uçurumun kenarına getiren bir arıza, bir problem olan bu virüs karşısında belki de dünya üzerindeki çoğu insan filozof gibi düşünmeyle başlamıştır: Ölüm nedir? Yaşam nedir? Yaşamımda neleri doğru yaptım? Neleri yanlış yaptım? Daha başka neler yapabilirim? gibi soruları pek çok insan bir filozof gibi derinlemesine ve kavramsal düzeyde analiz etmese bile sağduyu ve deneyimsel düzeyde sorabilir ve sonra da eyleme geçebilir.
Bu virüs salgını aynı zamanda varlıkları görünür hâle getirmiştir. Aile içindeki bir birey, diğer aile bireylerini “görür” hâle geldi, çünkü problem durumunda varlıklar görünür hâle gelir. Bu, özellikle önemlidir, çünkü aslında dünya içinde hesaplayıcı ve planlayıcı hareket tarzında, mekanik modlarla yürüyen düşünüş biçiminde en yakınımızdaki varlıkları dahi göremeyebiliriz. Onları görüşümüz, hesaplayıcı ve araçsal düzeyden olabilir. Örneğin evimizde eşimizi sadece yemekleri yapacak, çocuklara bakacak boyuttan, daha işlevsel boyuttan görebiliriz. Ama koronavirüs salgını nedeniyle daha çok evde vakit geçirdiğimizde ve de salgın, eşimizi ve çocuklarımızı tehdit eder hâle geldiğinde onları daha içkin değerleriyle görebiliriz. Onların önemi ortaya çıkar. Daha önceleri günlük koşuşturma içinde her zamanki rutin eylemler tekrarlanmaktayken varlıklar hız ve hareket içinde kaybolurlar. O tempo içinde varlıklar görünmez. Belki dostlarımızı dahi böyle görünmezlik içinde araçsal düzeyde görebilmekteydik.
Görmek Düşünmektir
Bu noktayı özellikle filozof Heidegger vurgulamıştır. Günümüz virüs salgınından örnek vererek somutlaştırırsak virüsler her zaman vardı, bedenlerimiz, başka bedenlerde her zaman mevcuttu. Ancak görünür değillerdi; hız, tempo, rutin alışkanlıklar içinde kayıptılar. Ancak bu kriz, sorun durumunda bedenimizi, bedenimize zarar veren varlıkları, başka bedenleri görür hâle geldik. Görmek ise zaten düşünmek demektir. Rudolf Arnheim gibi filozoflar görmenin basit bir duyum olmadığını, düşünmek demek olduğunu yazar. Ancak belli bazı anlarda varlıklarını kendilerini ifşa edecek görünürlüğe kavuşurlar. Heidegger, bir şeyin kullanılamaz hâle gelip işlevini yitirdiğinde görünür hâle geldiğini yazar. El altında olan varlık böylece elde-mevcut olma hâline dönüşür. Anahtarımızı kaybettiğimizde onun varlığını hatırlarız, anahtar görünür hâle gelir, önemli hâle gelir. Sağlığımızı kaybettiğimizde ya da sağlığımız tehdit altına girdiğinde bir bütün olarak kendimiz ve tekil düzeyde beynimiz, akciğerimiz, kalbimiz, diğer organlarımız, ruh vaziyetimiz görünür hâle gelir. Adeta bir ekrandan izler gibi kendimizi izleriz. Keza yaşamın temel varlıkları olan virüsler de fark edilir. Varlık kendisini kaos anlarında açar.
Hesaplayıcı düşünme ve tefekkür edici düşünme
Heidegger’in yaptığı bir başka ikili kavramsal set, yine varlığı görünür ve görünmez hâle getiren bakışı öğrenmemiz açısından önemlidir. Bunlar, hesaplayıcı düşünme ve tefekkür edici düşünme ayrımıdır. Hesaplayıcı düşünme, iktisadi rasyonelliği, planlamayı, öngörmeyi, olasılıkları merkeze alan pratik bir düşünmedir. Hemen kavrar ve hemen unutur. Kanımca, ABD’de politik boyut koronavirüs salgınında bu tür düşünceyi öne almış ya da bundan geçici süreliğine olsa bile tamamen vazgeçmemiştir. Bu tür düşünüşte teknolojik boyutun aşırı ön plana alınmasının da etkisi vardır. Teknolojik boyutun aşırı ön plana alınması durumunda bir varlık kendi içkin değeriyle görünmez, araçsal değer öne çıkar. Örneğin, güzel bir şarkıyı o an dinlenilecek ve o an yaşanacak bir deneyim olarak değil de hemen sosyal medyada paylaşılacak bir eser olarak görme konumuna gireriz. Ya da pikniğe gittiğimizde o yeri kendi varoluşuyla görmek yerine cep telefonuyla fotoğrafı çekilecek yer olarak görürüz. Bu teknolojik deneyim, bizi az düşündürür Heidegger’e göre. Boşluklar hemen doldurulmalıdır, diye düşünürüz. Aralık bırakmayız hesaplayıcı düşüncede.
Heiddegger’in tefekkür edici düşünce dediği tarzda ise teknolojiyi tamamen reddetmeyiz, sadece teknolojiyi sakin kavrayıp salıveririz. Ondan yararlanma ve sonra vazgeçme becerisi gösteririz. Hem teknolojinin dışına hem de teknolojiye dâhil olan ama teknolojinin çerçeveleyemediği bir düşünce tarzına gireriz. Poetik, şiirsel bir tarzdır bu. Heidegger’den yola çıkarsak ve Kierkegaard ile biraz geliştirirsek “ne bir fazla ne bir eksik olarak” dışımızdaki nesne ve ilişkileri ne bir eksi ne bir fazla olarak görürüz.
Bu kavramlardan yola çıktığımızda günlük hız, hareket, teknolojik bakış altında ailemizi, dostlarımızı, diğerlerini hesaplayıcı bakış altında görebiliyor, ama onları kendi içkin değerleri, araçsal olmayan değerleri ile göremiyorduk. Gelgelelim koronavirüs gibi kaos durumlarında onlar görünür hâle gelir. Belki de hafızalarımıza daha fazla yönelerek, geçmişte yaşadığımız güzel anları, insanları, ilişkileri seçerek şimdiye fazla getirir hâle geldik. Yani kaos durumunda hafızalarımıza daha fazla başvurur olduk. O hafızalarda şimdiki durumla baş etmemizi güçlendirecek montajlar yaptık. Bu anlamda beynimiz bir montaj organıdır aynı zamanda. Beynimizle geçmişten kolaj yaparız. En mutlu olduğumuz anları, geçmişin tespih tanelerinden çekip şimdiye taşırız. Yinelemek gerekirse kaosla baş etmek için buna mecburuz. Eğer yaşamımızı tehdit eden bir olgu varsa hafıza geçmişe bakar, sadece şimdiye ve geleceğe bakmaz. Koronavirüs gibi talihsiz bir karşılaşma bizi geçmişe sürükleyebilirken bazen de mevcut rutini bozan güzel bir karşılaşma da bizleri geçmişe götürebilir. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanında, keki çaya batırdıktan sonra lezzetin dilde yarattığı duyum ile çocukluğuna dönen kahramanın durumu böyledir. Ama koronavirüs ve o nedenle alınan tedbirler neticesinde daha kapalı, izole bir yaşama girmemiz, gücümüzü daha azaltan bir karşılaşmadır. Ne var ki paradoksal olarak kapalı, izole yaşama girmemiz, aynen güzel bir kekin hafızayı tetiklemesi gibi hafızada patlayan anlar yaratır. Ailemizdeki bireylerle, dostlarımızla, sevdiklerimizle yaşadığımız güzel anlar zor koşullar altında yanı başımıza gelir, şimdiye taşınır. Bir taraftan o hafıza, diğer taraftan kaosun üzerimizde yarattığı kaygı hâli, bizim dışımızdakileri daha tefekkür edici bakışla görmemizi sağlayabilir.
Medya Bağımlılığı
Burada “bizim dışımızdakiler” ifadesi özellikle önemlidir. Sadece yakınlarımız değil, uzaktakiler de yakınlarımız hâline dönüşebilir, daha varoluşsal bir terimle, “Görünür hâle gelebilirler.” Bu durumu Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabından yararlanarak da izah edebiliriz. Kitapta matbaa ile birlikte “biz” ve “öteki” arasındaki ayrımın farklı bir boyuta geçtiği vurgulanır. İlk defa farklı coğrafi birimlerde yaşayan ve farklı yaş, sınıf, cinsiyet vs. sosyolojik boyutları farklı olan kesimlerin hayali bir topluluk oluşturduğu belirtilir. Günümüzde sıkça kullanılan kavramla söylersek medya karşısında “kitle” olma durumu ile karşı karşıya geldik. Ama bu analize şunu da eklemek gerekir: kriz zamanlarında hayali topluluklar arasındaki bağ daha da kuvvetlenebilir. Örneğin Türkiye’de yaşayan bizler televizyonda virüs ile ilgili haberleri izlerken daha yoğun duygulanıma gireriz, varoluşsal bir kaygıya dahi sürüklenebiliriz. Bu kaygı bizleri eyleme sürükler, yardım kampanyalarına katılabiliriz, medyayı daha sık takip edebiliriz. Medya Bağımlılığı diye bir iletişim kuramı vardır; bu kurama göre kriz durumlarında medyaya bağımlılığımız daha fazla artar. Örneğin II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de yurttaşlar radyo dinlemek için kahveleri doldurmaktaydı. Radyo pahalı bir araçtı, savaş bir krizdi ve insanlar ne olup bittiğini öğrenmek için radyoya daha fazla bağımlı hâle gelmişlerdi. Nihayetinde kriz, insanları medyayı takip etmeye yönlendiren bir eylem üretmekteydi.
Burada altını çizmemiz gereken unsurlardan biri, koronavirüs gibi salgın durumlarının sadece evimizde yaşayanlara, arkadaşlarımıza, tanıdıklarımıza ve genel olarak Türkiye’de yaşayan tüm insanlara değil, dünyadaki tüm insanlarla da derin bağlar kurmamızı sağlamıştır. Bunu düşünümsel bir şekilde yaşarız, yukarıda belirttiğim hayali bir topluluk düzeyinde yaşarız. Tefekkür edici bir tarzda, dünyayı, yaşananları, diğerlerini temaşa ederiz, küresel bir yurttaş olduğumuzu hatırlarız.
İşte tam da bu noktada “empati” kavramı devreye girer. Yapılan antropolojik araştırmalar, empatinin temelde varlığını koruma ve sürdürme mücadelesinde “grup içi” dayanışması ve “grup dışı”na karşı rekabetle ilişkili boyutları olduğunu göstermiştir. Burada grup kavramı fiziksel mekânlarda ailemizden başlayan ve günümüz teknolojisiyle giderek genişleyen boyutlara sahiptir. Biraz önce belirttiğim medya ile birlikte hayali bir topluluk grubu genişletmiştir. Grubu soğanın yapısına benzetmek mümkündür. En iç katmanda merkezde birey ve ailesi bulunur, onun çevresinde belki akrabaları, sonra dostları vs. katman giderek dışa doğru açılır. Kanımca medya nedeniyle giderek gelişen küresel algı özellikle bu salgında olduğu gibi küresel kriz durumlarında “küresel empati” diyebileceğimiz bir sürece götürmektedir bizi.
Küresel empati üzerine düşünmek aynı zamanda “yuva” kavramı üzerine düşünmektir. Eve kapanma; içsel düşünce, sabretme, tahammül etme, hızdan ve hareketten uzak tefekkür edici düzlemlerde gezinmeye yol açabilir. Belki de uzun süreden beri evimizi, yuvamızı görür hâle geldik. Daha önce barınmamız için araçsal bir değere sahip olan evimiz, şimdi kendisini bizi tehlikelerden koruyan önemli bir mekân hâline dönüştü. Daha önce bizi çerçevelediğini düşündüğümüz evimiz, şimdi varoluşsal kaygılarımıza yanıt veren mekân hâline geldi. Bu arada özel mekân olan evimize kapanmak zorunda kalmamız, paradoksal olarak sosyalleşme arzumuzu arttırdı. Kamusal mekânlarda dostlarımızla kahve ve çay eşliğinde ettiğimiz sohbet özlemlerimizi katladı. Sokaklarda, bulvarlarda, caddelerde flanörce amaçsız yürüyüşler, seyirler yapmayı arzular hâle geldik. Yuva kavramı böylece genişledi, sokaklar, caddeler, kafeler de yuvamız gibi görünmeye başladı. En geniş çerçeveden dünyanın bizzat kendisi yuva hâline geldi. Soğanımsı yapıya sahip olan yuvada, soğanın en merkezinde, cücüğünde evimiz olmak üzere katmanlı, ama her katmanı birbiriyle ilişkili bir yuva kavrayışına kavramsal ve geniş toplum kesimlerinde sezgisel düzeyde ulaşıyoruz gibi. Bu süreçte paradoksal bir şekilde virüs salgını gibi olağanüstü durumlar önemli paya sahip.
Nihayetinde katmanlı yuvamızın en merkezinde yer alan ev gibi bir mekânda kalma zorunluluğumuzdan dolayı kaybettiğimiz anları, mekânları, ilişkileri, kişileri özleyebiliriz. Bu arzu, paradoksal bir şekilde evimizin de önemini ortaya çıkarır. Kierkegaard, bir metninde böyle bir deneyime giriştiğini belirtir. Evde sıkılmıştır, bu nedenle daha önce Berlin’de yaşadığı deneyimleri yinelemek için yola çıkar. Ama bu tekrar hiçbir zaman eski yoğunluğunda olmaz ve tekrar evine döner. Aynı metinde Kierkegaard, eve dönme ile bir hikâye de anlatır. Hikâyedeki adam evinden sıkılmıştır, dünyaya açılmak ister, atına biner. Biraz gider, at adamı üstünden atar. Bu da adamı bir karar almaya zorlar, çünkü adam tam atına binmek üzereyken arkasına döndüğünde gözleri terk etmek üzere olduğu evine takılır. Evi gözlerine o kadar güzel görünür ki evine hemen geri döner. Bu hikâyedeki adamın evine bakışı ile evinin dışında dünyaya açılışı arasında yaptığı seçim durumu düşünceye işaret eder. Daha önce kaos durumunda, kriz durumunda, bir problem durumunda düşüncenin daha odaklayıcı hâle geldiğinden söz etmiştim. Şimdi seçim durumunda da düşüncenin ortaya çıkacağı, günlük rutinin bozulabileceği gözükmektedir. Hikâyedeki adam temaşa edici bir bakışla evine baktığında seçimini dışarı açılmak yerine, evine dönme lehine kullanmıştır.
Koronavirüs salgını dolayısıyla evde kalmamız ise zorunluluktan dolayıdır. Ama yine de bir seçim vardır: Sağlıklı olma veya da sağlığımıza bir şey olmaz umuduyla duygu ve arzularımızın buyruğuna uyup kendimizi dışarıya atma. Eğer zorunlu bir yasak yoksa (ki Türkiye’de hafta sonları dışında belirli yaş gruplarında bu yasak yoktur) medyadan siyasetçiler, hekimler ve uzmanlar evde kalmamızın hem kendimiz hem ailemiz ve hem de başkaları için akıllı bir seçim olacağını sürekli vurgularlar. Akıl, evde kalmanın daha yerinde olduğunu söyler, ama tıpkı hikâyedeki adam ya da Kierkegaard gibi dışarıdaki dünyayı deneyimlemeyi özleyen yanımız dışarı çıkmayı söyler. O anda seçim başlar, seçimin olduğu yerde de düşünce… Hangisini seçeceğim? Burada benim yaptığım gibi kavramsal ve analitik tartışma yapmak gerekmez, ancak iç dünyamızda sağduyusal ve sezgisel düzeyde bu seçimi yaparız. Platon, insanın üç bölümü olduğunu söylemişti: Midede iştah bölümü, kalpte duygu bölümü, beyinde akıl bölümü. Platon, aklın diğer bölümlere yön vermesi gerektiğini sürekli vurgular. Kanımca Platon’un vurguladığı bu husus, özellikle kriz zamanlarında, ya da benim burada sık sık belirttiğim kaos durumunda oldukça hayatidir. Koronavirüs salgınında aklı iptal ettiğimizde, eskiden olduğu gibi iştah ve tutkularımızı merkeze aldığımızda sadece kendimiz için değil ailemiz, dostlarımız ve başkaları için de etik olmayan bir karar alıyoruz. İnsanın kendi bedenine saygısının yanı sıra, başkalarının bedensel varlıklarına saygısı da en etik ilkelerden birisidir.
Nihayetinde alacağımız karar sonucunda uygulayacağımız eylem, kendimizi ve başkalarının yaşamlarını sonlandırmaya götürecek kadar hayati öneme sahiptir. Ölüm üzerine düşünmek… Ölümü hep uzak düşünürüz. Hatta hiç başımıza gelmeyecek bir olay gibi hayatımıza devam ederiz. Ama hepimiz sonlu varlıklarız, işte kaos anlarında ölüm bize kendisini hatırlatır. Uzaktaki ölüm hemen yanı başımıza bir korku, tehdit ve kaygı olarak dikilir. Burada Kiergekaard’ın vurguladığı gibi korku ile kaygının aynı olmadığını belirtelim. Korkunun bir nesnesi vardır, ancak kaygı daha varoluşsal bir duruma işaret eder. Ancak koronavirüs durumunda korku, aslında hiç görmediğimiz kadar mikro bir varlık olan virüstür. Virüsün imajını medyada görmüşüzdür, ancak gerçek hâline çoğumuz hiçbir zaman tanık olmamıştır. Ama virüse dair yetkililerin, tıp hekimlerinin anlatıları bizde ölüm korkusu yaratır. Ve giderek bu korku daha derin düzeyde varoluşsal bir kaygıya yol açar. Bu anlamda korku ve kaygı ilişkilidir, birbirinden kopuk iki kavram değildir.
Memento Mori, Memento Vivere
Ölümün hemen başımıza gelebilecek, yanı başımızda bir şey olduğunu hatırlamak, paradoksal bir şekilde yaşama gücümüzü, yaşama isteğini arttırır. “Memento Mori” yani “Ölümü Hatırla” “Memento Vivere” yani “Yaşamı Hatırla” mottosuna daha fazla sarılmamıza yol açar. Yaşamı, “Memento Mori (Ölümü Hatırla)” ile hatırlarız. Eğer ölümlüysek hayatımıza anlam katmanın yollarını düşünmeye başlarız. Virüs salgını bize bir taraftan Memento Mori’yi diğer taraftan Memento Vivere’yi hatırlatır. O hâlde yaşamı değerli kılan, başkaları ile iş birliği, dayanışma, kendimizi gerçekleştirme öne çıkar. Hâlen yapabileceğimiz çok şey vardır, yaşamda her zaman yeni olanaklar, olasılıklar bulunur. Geçmişte yapamadığımız ama deneyimlemek istediğimiz yaşama, insanlara katkılar içeren isteklerimiz böyle anlarda öne çıkar. O hâlde onları yapmalıyız, biçiminde tefekkür edici bir düşünce, benliğimizi kaplayabilir. Heidegger ve başka bazı filozoflar, insanın ölümlü olmasının insana sorumluluk ve özgürlük bilincini vermesi açısından önemli olduğunu söyler. Ölümlü olduğumuzu virüs salgını ile hatırladığımızda sorumluluk almak isteyebiliriz. Nasıl bir sorumluluk? Evde kalma tercihinde bulunma, başkaları ile sosyal mesafe içerisinde hareket etme, tutkularımıza, iştahlarımıza gem vurma, başkalarına yardım etme. Ölümlü olduğumuzu hatırlamamız, bizi aşan devasa bir evrene dair bilince sürükler bizleri. Yaşamımız kısadır, ama ölsek de organik ve inorganik dünya devam edecektir. O hâlde dünyamıza karşı da sorumluyuz. Canlı, cansız, bitki, hayvan, deniz, kum, toprak her şeye karşı sorumluyuz. Özgürlük, bu sorumluluk bilinci içerisinde hareket etmektir.
Bu sorumluluk, yinelemek gerekirse yuva kavramını genişletir. O hâlde yuvamız bu anlamda sadece şu anda içine kapandığımız evlerimiz değildir, daha geniş bağlamda dünya bizim yuvamızdır. O hâlde her şey ilişkisellik içinde vardır. Herkes ve her şey ile bir şekilde ilişkiliyiz, hepimiz ve her şey birbiriyle bağlantı içindedir. Kanımca bu virüs sorunu, bu bilincin kavramsal veya sezgisel düzeyde algılanması noktasında da bizleri etkilemiştir.
Dar ve geniş anlamdaki yuvamıza karşı sorumluluk bilinci, aynı zamanda üretimi ve tüketimi ihtiyaçların ötesine iyiden iyiye çıkarmış endüstrileri de görünür kılmıştır. Küresel ekonomi, hesaplayıcı bakışın tuzağında yuvamız olan dünyamızı iyiden iyiye tahrip etmiştir. Virüs nedeniyle evimize kapanan bizler, belki de bu yoğun ve hızlı üretim ve tüketim çarkında dünyamızın ne kadar tüketilebileceği üzerine düşünebiliriz. Aşırı üretimin yanı sıra aşırı tüketim “ihtiyaç”, “lüks tüketim” meseleleri üzerine kafa yormamızı gerektirebilir. Bu pandemi uzun sürerse ya da pandemi düzeyinde yeni salgınlar ortaya çıkarsa “ihtiyaç” ve “lüks tüketim” arasındaki farklar üzerine de düşünümsellik daha yoğun işleyecektir diye düşünmekteyim.
Belki de Aletheia Zamanı
Kanımca bu virüsün hayatımızda yarattığı etkileri tartışmak açısından Antik Yunan’dan beri kullanılan ve Heidegger tarafından daha farklı boyutlarıyla tartışılan “aletheia” kullanışlı bir kavram olabilir. Gizlenmiş hâle gelen varlığı ifşa etmek açısından ilginç bir kavramdır bu. Aletheia kavramına göre hakikat aslında uzaklarda değildir, nesne ve ilişkilerin içinde gizlenmiştir. Onlara farklı bir açıdan bakmak, farklı sorular sormak ya da bir sorunun ortaya çıkması hakikati görünür kılar. Virüs; yaşam, ölüm, başkaları, hayvanlar, bitkiler hızlı ve rutin yaşam içinde gizlenmiştir. Salgın nedeniyle medyadan virüsün yapısı, özellikleri bizlere “virüs” denilen varlığı ifşa etmiştir. Virüs görünür hâle gelmiştir. Yanı başımızda olduğu hâlde göremediğimiz aile üyeleri, dostlar, hatta evimizdeki kahve fincanımız dahi ifşa edilmiştir. Önemli, ilginç ve çarpıcı hâle gelmiştir ilişkiler, nesneler, varlıklar.
“Değer” Sorunsalı
Bu durum bizleri “değer” sorunsalına götürür. Değişim değeri, satın alma değeri ile ilgilidir. Nesnelere niceliksel değer atfederiz, para ile sahip olur ya da sahip olduğumuzu para ile satarız. İhtiyacımızla ilgili değer, kullanım değeridir. Bence bu salgında ihtiyacımızla ilgili değeri daha çok hatırlar olduk. Bu değer de ifşa edildi. Varlığımızı sürdürmek için yiyecekler ve içecekler daha öne çıktı. Ama yapay ihtiyaçlar, lüks ihtiyaçlar geri plana itildi. Bu arada maske, eldiven gibi yeni kullanım değerleri ortaya çıktı. Yaşam devam ettiği ve sorunlar ortaya çıktığı sürece değerler her zaman değişime uğrayacaktır. Bunun dışında sembolik değer diyebileceğimiz bir şey hakkında öznel ya da özneler arası yargılarda bulunduğumuz değerlerde de araştırılmaya değer unsurlar vardır. Belki daha önce önem vermediğimiz evde film izleme, filmler üzerine iyi, kötü sıfatları kullanarak yargılarda bulunma, şimdi ev hayatının rutin gerçekliği hâline gelmiş olabilir. Konuşma konularımızda yargılarda bulunduğumuz gerçeklikler yön değiştirmiş olabilir. Daha önce cep telefonu modelleri üzerine olan bir konuşma konusu yerini salgın haberlerine, başkalarının acılarına dair görüntülere, salgın filmlerine bırakabilir.
Ne yapılabilir belki? Elbette hayatın kendisi reçetelerden ibaret değildir. Bu nedenle sorunun yanıtı ancak içinde yine şüphe ve soru işaretleri barındıran pek çok bileşenden oluşmaktadır. Bunu akılda tutarak aşağıdaki kavramsal setler üzerinden birkaç düşüncemi paylaşmak istiyorum.
Öncelikle konuşma ya da sessizlik üzerine bir şeyler söyleyebiliriz. Acaba bu tür kriz anlarında sürekli konuşmak sorunların çözümü açısından ne derece etkili?
Ben bu noktada Kierkegaard’ın kuş ve zambak çiçeğine dair bir metnini çok severim. Bu, bize sessizliğin bazen ne kadar mühim olduğunu anlatır. Filozof, metninde zambak çiçeğinin ve kuşun baharın gelişine dair bekleyişindeki sessizliği anlatır. Zambak çiçeğini şöyle konuşturur: “Ah siz, basitliğin derin düşünceli efendileri, konuşurken böyle ‘anları’ deneyimlemek mümkün değil mi? Hayır, an sadece sessizlikte deneyimlenebilir. Konuşma edimiyle, ağızdan çıkan tek bir sözcükle an kaçırılır. An, sessizlikte var olur sadece. Bu yüzden insan, anın ne zaman geldiğini, onu nasıl kullanması gerektiğini nadiren anlar, çünkü sessiz kalmayı beceremez. Susup bekleyemez, anın ona asla gelmemesinin sebebi bu olmalı muhakkak.” Düşünür, sessizliğin ıstıraba verilecek en iyi yanıt olduğunu düşünür. İşler ters gittiğinde sürekli şikâyet ederiz. Ama ne kadar şikâyet edersek ızdırap o kadar büyür. Oysa müdahalemiz olmadan zamanın doğal akışıyla sessizlik içinde problemler azalabilir. “Acı çekmeyi uzatan şey, acıdan bahsedip durmaktır” der. Düşünüre göre insanlar bir türlü susmayı beceremez. Kierkegaard’a göre acı çekmeyi sadece acı çekmek olarak yaşadığımızda ne bir eksik ne bir fazla olduğunda acık çekmek sadeleşir, ayırt edilir, olabildiğince ufak tutulur. Acının ne eksik ne fazla, tam olarak kendisi olması onu sonlu kılar. “Olduğundan ne bir eksik ne bir fazla olmasıyla tam olarak kendisi olan bir acıya yalnızca sesiz kalmayı bilerek ulaşılabilir.”
Bence önemli bir fikirdir bu. Koronavirüs salgınında sürekli şikâyet ederek hem sorumluluk almayan hem de sorunu tam mevcut hâliyle değil, kendisini de sorumluluk içine almayacak tarzda problemi olduğundan büyük ve bazen de küçük gösteren tavrın kendisine verilen bir yanıt. Bazıları acı paylaştıkça azalır diye buna itiraz edebilir, ancak acıyı azaltma kaygısıyla yapılan sürekli konuşmaların kendisi de aslında yaşanması gereken bir deneyimi ortadan kaldırabilir. Bu da sanki sorun yokmuş gibi bir tavır içerisine bizleri sürükleyebilir.
Bu zor günlerde umut hakkında neler söyleyebiliriz?
Can Sıkıntısı Yaratıcı Bir Eylemdir
Bazı filozoflar umutsuzluk durumunda aklın bizi kurtarmayacağına inanır. Kelimeler, kişisel gelişim kitapları, hatta psikanaliz yetmez. O hâlde, der bu filozoflar, yaşama inanmak ve kahkahanın gücünü asla unutmamak gerekir. İlginç bir şekilde acıyı acı olarak yaşamak gerektiğine inanan Kierkegaard ile yaşamı olumlayan filozof Nietzsche bu noktada aynı safta yer alırlar: İkisi de kahkahanın özgürleştirici gücüne inanır. Umutsuzluğumuzu hissettiğimizde güçlü ve derinlikli seçimler de yapabileceğimizi unutmayalım. Yani sürekli umut merkezli bir düşünüş, bizi sorunlardan uzaklaştırabilir. Bunun yerine can sıkıntısının nasıl yaratıcı sonuçlar yaratabileceğine dair düşünürlerden ve pedagoglardan gelen fikirlere bakalım: Çocuklarda can sıkıntısı, onları son derece yaratıcı eylemlere sürükleyebilir. Bazen de umutsuzluk, seçimlerimizde son derece yaratıcı sonuçlara sürükleyebilir bizleri.
Ölüm kaygısı üzerine olan düşünceler de bu salgın dönemlerinde yararlı olabilecek fikirler içerir. Stoacı filozoflara yakın düşünürlerden Marcus Aurelius, “Meditasyonlar” kitabında ölüm üzerine düşüncelerini paylaşır. Ölüm, her an başımıza gelebilir. Gelecek garanti değildir, belki yıllar sonra ölürüz. Dolayısıyla geleceğe dair beklentilerle yaşayamayız. Yalnızca şimdiyi görevimiz hâline getirebiliriz. Şekli ve var oluşu belirsiz olan gelecek hakkında endişelenmeden şu anı iyi şekilde yaşamak gerekir der düşünür. Sanki Ölü Ozanlar Derneği’ndeki “carpe-diem” ‘anı yaşa’ sesidir gibi bu. Madem virüs salgını var, madem ne kadar süreceğini, bize ileride ne zaman bulaşacağı hakkında bilgimiz yok; bunun için sürekli kaygılanacağımıza şu anda, evimizde, ailemizle en iyi şekilde şimdiyi nasıl yaşayabilirim, nasıl daha güzel, hoş kahvaltı yapabilirim, birlikte ne gibi faaliyetlerle evde şimdiyi yaşayabilirim? Evimdeki fotoğraf koleksiyonu, kitaplar, arşivimdeki müzikler, filmler anı yaşamamda bana, aileme neler sunabilir?
Bu durum, hedonist anlamda yorumlanmamalıdır. Zaten Marcus Aurelius da böyle bir tavır içerisinde değildir. Kişinin kendisiyle mevcut zaman-mekân koordinatlarında huzur içinde yaşamı öğrenmesi ve başkalarına iyilik yapmasıyla ilgili bir durumdur. İyilik yapılan başkaları derken bunlar içinde aile üyeleri, dostlarımız ve ihtiyacı olanlar sayılabilir. Bu bağlamda örneğin eve kapanmak zorunda olan bizlerin evdeki diğer bireylere yapabileceği iyilik, güzel bir sohbet, gülümseme, pozitif jestler, mimikler, hatta birlikte oyun oynama, sanatsal yaratıcı faaliyetler üretme, daha pratik bir faaliyet olan yemek yapma olabilir. Böyle eylemler virüs salgınını unutma anlamına gelmez; sadece onunla ve ona rağmen “şimdiyi yaşamayı öğrenme” anlamına gelir. Beklentiler içinde olmak yerine o anki zamana ve mekâna kendimizi konumlandırmak demektir. Kontrol edeceğimiz tek şey, kendimizin şimdide nasıl yaşadığıdır. Bu yüzden yapılması gereken şimdide, olması gerektiği gibi yaşamaktır. Başkalarına iyi davran, kim olduğunu bil, huzurlu ol. Ölüme dair tefekkür edici düşüncenin bizi odaklayacağı şeyler bunlar olabilir. O an için yaşamak yerine, o anın içinde yaşamak. Buna mekân da ekleyelim. Anın ve mekânın içinde yaşamak…
Benim düşüncem bu düşüncede yine de bir eksiklik olduğu yönünde. Gelecek projeksiyonu olmadan şimdiyi yaşamak da o kadar mümkün değildir. Sadece şimdi üzerine yoğunlaşmanın geleceği umursamama ihtimali vardır. Zaten dilimiz kurgusal olduğu için aynı anda geçmişte, şimdide ve gelecekte yaşamayı mümkün kıldığı için sadece şimdiyi yaşamak mümkün değildir. Bu metni yazarken hem geçmiş hafızama hem okuduğum kitaplardaki satırlara hem önümdeki bilgisayara hem de bu metnin okuyucularının gelecekte bu metni nasıl değerlendirecekleri üzerine kurgusal bir dünya kuruyorum. Yalnız şunu da unutmamalıyız: Şimdiyi yaşamalıyız, diyen düşünürler zorlukları, sakinlikle karşılayan davranış üzerine odaklanmışlardır. Dünyada sık sık hayal kırıklıkları yaşanmaktadır. Dünyada her şeyi kontrol edemiyorsak enerjimizi kontrol edebileceğimiz şeylere odaklamak gerekir. Değişimlere sakin bir şekilde tepki vermeliyiz.
Ölüm Korkusu mu Ölüm Kaygısı mı?
Gelgelelim Auerilus’un atladığı şey, belirsiz bir gelecekle yaşamayı da öğrenmemiz gerekir. Yaşam kırılgansa, çalışıp kendimizi daha iyi hâle getirebilir, hiç olmadığı kadar ölüm karşısında yaşayabiliriz. İnsan olmanın temel özelliklerinden biri, Todd May’in belirttiği gibi geleceğe doğru uzayıp giden projelere sahip olunmasıdır. Hobilerimiz, ilişkilerimiz, kariyer çizgilerimiz bulunmakta ve bunları çeşitlendirmeye çalışmaktayız. Bizler kaosla yani kaosun şu anki görünümlerinden birisi olan koronavirüsle uğraşırken o projeleri terk edemeyiz. Şimdiki anımız ile gelecekte olmak istediğimiz anları birleştirmeye çalışırız. Kişi; hem şimdi içinde iş yaparak, çabalayarak (yani şu anki virüs örneğinde evde) hem de geleceğe uzayan projelerinin yönlendirmesiyle yaşayabilir. Evde ya da sosyal mesafe içinde arkadaşımla hem sohbet hâlinde olabilirim hem de virüs salgınının bitmesi durumunda yapacağımız tatili düşünebiliriz. Hem geleceğe projeksiyon hem şimdiki zamanda yaşama. Keza arkadaşımla, ailemle ilişki sadece şimdiye ait değildir. Geçmişten alınmış, şimdide devam etmekte olan ve geleceğe uzanan bir süreçtir. Virüs salgını, hayatımda kesintiler yaratsa bile şimdi, şu andaki mekân içinde ve zaman içinde kaliteli yaşamayı becerebiliriz ve bu bizim geleceğimizi etkileyebilir. Örneğin ev içinde üretebileceğimiz kaliteli bir sosyalleşmenin virüsten sonraki sosyal yaşamımıza ilginç ve çarpıcı etkileri olabilir. Başkalarına maddi ve manevi yardım yaparak geleceği de planlayabiliriz. Böylece Heidegger’in sözünü ettiği planlamanın öne geçtiği hesaplayıcı düşünce, düşünülmeyen bir boyuta, daha yaratıcı boyuta geçebilir. Biz bir şey yaptığımızda, düşündüğümüzde yaşamı hissedebilir, yaşayabiliriz.
Bu tür kriz durumları yaşamımızda nelerin önemli, nelerin önemsiz olduğunun farkına varmamıza katkı yapabilir. Bu da eylemlerimizde ve düşünme biçimlerimizde değişiklik yapabilir. Sonuçta geleceğimizi de şekillendirir. Ölümü hatırlamak seçim yapmaya, kendimizi gerçekleştirmeye zorlar bizleri. “Kendini gerçekleştirmek” Hegel’in belirttiği gibi çok değişik biçimler altında olabilir. Bir çocuk, denize taş atarak da kendindeki güçleri aktarabilir, kendisini ifade edebilir; bir sinema yönetmeni film çekerek de kendini ifade edebilir. İkisi birbirinden farklıdır ancak her ikisi de kendini gerçekleştirmenin biçimlerinden birisidir. Bizler de zorunluluk altında olsak bile yeni kendini gerçekleştirme biçimleri yaşayabilir, hatta icat edebiliriz.
Todd May, Ölüm kitabında ölümün bizim hakkımızdaki en derin ve önemli gerçek olduğunu yazar. Nihayetinde neresinden bakarsak bakalım bu virüs vakasının bizim üzerimizdeki asıl etkisi üzerimizde yarattığı ölüm korkusu ve aynı zamanda kaygısıdır. Bu gerçeğin daha derin düzeyde farkında olmak bizde paradoksal olarak yeni yaratıcı ve üretici eylem ve saiklere götürebilir. Böylece metnin başında belirttiğim herkesin sezgisel ve sağduyusal düzeyde filozof olduğu düzeyden daha kavramsal, derin ve bizleri yeni açılımlara götüren filozoflar olma şansına sahip olabiliriz.